“Fırat niçin, Dicle niçin, Aras niçin / benden doğar, bana dökülmez?”
Geçenlerde elime bir makale geçti. Türkiye’de İYİ Parti, MHP ve Zafer Partisi etrafında “yeni milliyetçilikler”e odaklaşan bir makale. Ve bu yeni milliyetçilikler büyük ölçüde Suriyeli göçmenlere dönük yaklaşımları üzerinden ele alınmıştı. Dünyanın çok çeşitli yerlerinde göç karşısında yükselen bir tepki olduğu açık. Bu tepkinin gittikçe arttığı da bir vakıa. Batı Avrupa’da göçmen karşıtlığı üzerinden diskurlarını kuran partiler 2000’li yılların başında oy pastasından daha az oy alırken bugün ikinci üçüncü parti durumuna gelmiş vaziyetteler. Türkiye’de de bu tepkinin giderek artacağını ön görmek mümkün. Şu bir hakikat ki, göç, bilhassa düzensiz göç, dünyamızın bugün ciddi bir gerçekliği olduğu gibi önümüzdeki on yıllar boyunca da sadece bizim için değil bütün dünya için bir mesele olmayı sürdürecek.
BM’nin Uluslararası Göç Raporu internet sitesine girdiğinizde bu gerçekliği yıllara göre sayılarla da gözlemlemek mümkün. 2000’li yıllara girerken tüm dünyada sayıları 150 milyon civarında olan göçmenlerin sayısı bugün neredeyse iki katına ulaşmış durumda. Önümüzde bir realite olarak göç meselesi var. Biz istesek de istemesek de, sevsek de sevmesek de bu göç hareketliliğinin devam edeceğini öngörmek için çok etraflı düşünmeye gerek yok. Peki bu hareketlilik devam edecekse, bu hareketlilik dolayısıyla sürekli “yeni veri setleri” adı verilen değerlendirme ölçütleriyle mikyasa vurulan milliyetçilik, hassaten Türk milliyetçiliği bu konuda alışılagelmiş şeylerin dışında bir şeyler söylemeyecek mi?
1990’lı yılların başlarından itibaren iki binli yıllara doğru sayısı gittikçe artan araştırmacı, özellikle artan ulaşım ve haberleşme imkânlarını dikkate alarak göç hareketliliği sonrasında ortaya çıkan yeni kolektif grup kimliklerini diaspora kavramının açıklayamadığından hareketle “transnasyonalizm” kavramına yönelmişti. Belki benim cehaletimden kaynaklanıyor bilemiyorum ama şöyle ufak çaplı bir tarama yaptığımda bu kavramı bizim akademiklerin çok da ciddiye almadıkları görülüyor. Ama özellikle Hollanda’da, bütün Avrupa’daki Türk kökenli Avrupalıları anlamak, kolektif grup kimliklerini çözümlemek için kullanılıyor.
Transnasyonalizm aslında “kimlik”le çok yakın bir ilişki içerisinde ilerliyor. Vertovec, göçmenler ve dağılmış etnik grupların gittikleri yerde / göç ettikleri yerde kolektif grup kimliği oluştururken anavatanla kurdukları ilişkiye, küresel referansları da ıskalamamak gerektiği uyarısıyla, dikkat çekiyor. Dolayısıyla yine Vertovec’e referansla transnasyonalizm ve kimlik kavramlarının birbirini arayan, birbirine gereksinen iki kavram olduğunu söylemek mümkün.
Bu yazıyı transnasyonalizm çalışmalarını tanıtmak maksadıyla kurgulamadım kafamda. Ama son nefeste şunu söylemeden geçmemek gerekiyor: Bazı araştırmacılar diasporanın “yurt” ile kurdukları ilişkinin sembolik, transnasyonal komünitelerin “yurt” ile, yani anavatanlarıyla kurdukları ilişkinin ise gerçek olduğuna temas ediyorlar. Yurt ya da anavatan kavramı burada Camille Nakhid’in de işaret ettiği gibi sadece bir toprak parçası ile olan irtibatı değil, insanın göç ederken yanında götürdüğü taşınabilir kültürel değerleri de ihtiva ediyor. Belki bu taşınabilir değerlere “sembolik vatan” diyebiliriz. Ancak elbette bu sembolik vatan, taşındığı “evsahibi” vatanda belli dönüşümler geçiriyor, tabiri caizse yerelleşiyor. Dolayısıyla ortaya transnasyonal bir kültür çıkıyor.
Bu sembolik vatanın yerleştiği evsahibi vatandaki kültürün ne kadar güçlü olduğuna göre bu başkalaşım ya da uyarlama sürecinin etkisi değişiklik gösterecektir elbette. Devletin ideolojik aygıtlarının örgütlenme biçimini ve bu ideolojik aygıtların süreçteki etkisini de hafifsememek gerekiyor elbette.
Ben bu kavramla, artık okuyucularımızın haberdar oldukları, Latin Amerika’ya Osmanlı göçleri üzerine devam eden çalışmam dolayısıyla tanıştım. Zira bazı araştırmacılar kavramdan sadece sonraki nesiller için değil ilk göç eden nesiller için de araştırmalarda fayda umulabileceğini savunuyorlar. Bilmiyorum, benim araştırmam için belki biraz. Ama Türkiye’deki durumu düşününce bu kavram etrafında Türkiye’de ciddi çalışmalar yapılması gerektiğini düşünmeye başladım.
Biraz evvel transnasyonalizm ve kimlik kavramlarının birbirlerini gereksindiklerini ifade etmiştim. Burada bir hususa dikkat çekmek icap ediyor: Bana kalırsa transnasyonalizm kavramı da kimlik kavramı da “politika”yı ve politik süreçleri gereksinmiyor, içeriyor. Diğer bir deyişle verili olarak geliyor önümüze. Dolayısıyla transnasyonal kolektif grup kimliğinin nasıl bir hâl alacağı bireylere içkin birtakım unsurlardan etkileneceği gibi bireyin sosyalleştiği ortamdan da etkileniyor. Tam bu noktada bir soru beliriyor benim zihnimde: Bizim milliyetçiliğimiz, bizim içimizde sosyalleşen insanlara ne söylüyor?
Evet göçmen politikasızlığı aşikâr. Meseleyle hemhâl olanlar bilir, Kolombiya’da da Venezuelalı göçmenler meselesi var. Teşbihte hata olacaksa da olsun, Venezuelalıların Kolombiya’ya göçünü ben biraz Suriyelilerin Türkiye’ye göçüne benzetiyorum. 1819’da Bolivar Büyük Kolombiya’yı ilân ettiğinde Venezuela da bu ülkenin bir parçasıydı. Ama zaman başka şeyler getirip götürdüğü için bugün Büyük Kolombiya toprakları üzerinde 4 bağımsız ülke var.
Venezuelalılara 10 yıllık oturum ve çalışma izni verildiği zaman bir hükümet üyesi (belki eski devlet başkanı Ivan Duque, tam hatırlamıyorum) eleştirilere “Biz zaten aynı değil miydik?” diye cevap vermişti. Geçenlerde Kolombiya Göç İdaresi’nden bir dostum ziyarete gelmişti, bu “aynı”ları ülkeye 48 saat içerisinde kayıtlı olarak kabul ederken uyguladıkları prosedürü adım adım gösterince, sürekli olarak tecrübemizi paylaşabiliriz dediğimiz insanların tecrübelerini paylaşma ihtiyacında olduğumuzu düşündüm.
Reel durum bir düzen, intizam ve politika gereksiniyor. Tarihsel durum ise milliyetçiliğimizin sabitelerini, yaslandığı temel değerleri tekrar gözden geçirmeyi. Arif Nihat Asya ne diyordu o güzel şiirinde:
Ağla ey Tanrı dağlarıdan
İndirilmiş Tanrım
Şu yakın suların
Kolu neden bükülmez
Fırat niçin, Dicle niçin, Aras niçin
Benden doğar, bana dökülmez?
Ben ki ateşle konuşurdum, selle konuşurdum
İdil’le Tuna’yla Nil’le konuşurdum
“Sangaryos”u “Sakarya” yapan
“İkonyom”u “Konya” yapan
Dille konuşurdum.
Türk milliyetçiliğinin bu dile, basit alaturkalıklara yüz vermeden elbette, “yeniden” ihtiyacı var.