1940’lı Yılların Ortalarında Doğmuş Tipik Bir Türk Aydınının Düşünsel Serüveni*
Kerim Öztürk’e…[1]
1940’lı yılların ortalarında doğan bir Türk aydınının düşünceleri 1960’lı yılların başlarında sosyalizmin biraz el yordamıyla biçimlendiği ve dolayısıyla Kemalizmin sosyal içerikle zenginleştirildiği bir ortamda şekilleniyor. Hele bir de batı kültürüne açık bir ortamda, okulda okumuşsa bu durum daha köklü bir hâl alıyor. Dönem aynı zamanda varoluşçulukla marksizmin iç içe geçmiş olduğu bir tarih kesiti olduğu ve iki düşünsel çerçeve de derinlikli olarak anlaşılmadığı için bu tarz bir eklektik durum daha bir netlik kazanıyor. Varoluşçuluk da en azından Türkiye’de Sartre’da somutlaştığı için edebiyat önemli bir dayanak. O dönem gençleri edebiyatla daha bir içli dışlı. Bunun köy edebiyatının çok öne çıkarılmasıyla bir bağlantısı var. 1960’lı yılların köy edebiyatı yatkınlığıyla Maoculuğun serpilip gelişmesi arasında düşünsel bir çakışma görünüyor. 1968 kuşağının iki önemli gencinin Yordam’da metin yayınlamasıyla da bu durum hepten kopuk değil. İki genç de siyasi mahiyette metinler kaleme almadan önce öykü yazıyorlar. Tipik Maoculuğun kökleşmesiyle Mao’nun önemli bir devrimci olarak nitelenmesi arasında ciddi paralellikler fark edilebilir. Tabii bunlarla birlikte Sartre’ın Maoculuğu hararetle desteklemesinin de Türkiye’deki oluşumla birlikte düşünülmesi gerekli. Belki Sartre’ın Stalinizminin daha bir cazip görünmesinin bunlarla ilişkisi daha bir net. Bunların teorik düzlemde Türkiye’de ne kadar etkili olduğunu bilmek mümkün değil, ancak bir ölçüde etkili olduğu aşikâr.
Tam da 1971 yılında Türkiye’yi ciddi bir şekilde tahlil eden bir kitapta iki entelektüele gönderme yapılıyor: Sartre ve Lenin. Ancak Türkiye’de insanlar/aydınlar daha somut oluşumlardan etkileniyorlar. Sartre ve Russell’ın oluşturduğu ve aralarına Mehmet Ali Aybar’ı da aldıkları Amerika’yı Vietnam’daki davranışları dolayısıyla yargılayan uluslararası mahkeme, Vietnam’a Amerika tarafından yapılan askeri müdahalenin orada oluşturduğu tepki ve bu tepkinin etkisiyle Türkiye’deki Maoculuğun elifbasına Amerika’da ulaşmanın tam tekmil mümkün olduğu anlaşılıyor. Mao’nun Sun Yat Sen değerlendirmesinin de Türkiye’de Türkiye’nin Düzeni konusunda en kapsamlı, temelde olumlayıcı bir makaleyi şekillendirmesi mümkün. Şerif Mardin’in yıllar önce Maoculuğun temelde Amerikan okullarında boy verdiği genellemesine de dikkat etmek gerekiyor. Maureen Freely’nin Aydınlanma kitabı da aslında buna işaret ediyor. Meselenin Türkiye’nin temel olarak tipik bir köy toplumu olarak nitelenmesi ile bir bağlantısı var. Döneme böyle bir gözle bakmak öğretici olabilir.
Türkiye de bir kısım insanların, aydınların 12 Mart sonrasında mültecilikte şekillenen bir yurtdışı maceraları var. Hele bir de İskandinav ülkelerinde kaldın mı sosyal demokrasiye yönelmenin ortamı tam tekmil mevcut. Aslında Eylem Delikanlı ve Özlem Delikanlı’nın ortak kitaplarının sansürü, mültecilerin sözlerinin a’dan z’ye yayınevlerinin onayından geçmiş olduğunu gösteriyor. Devlet mültecilerin güncel sözlerine sansür koymazken yayınevleri koyabiliyor. Bakış açısının darlığı salt eski günler açısından değil bugünlerde de alenen geçerli. Avrupa’nın somut olarak da İsveç’in rengi sosyal demokrasiye yönelmeyi beraberinde getiriyor. Benzer bir değişiklik Sovyet eksenli sosyalizm anlayışında da beliriyor. 1980’li yıllarda, örneğin DİSK ekseninde reel sosyalizm anlayışıyla Türkiye’de sosyal demokrat hareketin bir aradalığı / ittifakı bir gerçekliği beraberinde getiriyor. Bunun her tarz biçimi var. Doğan Avcıoğlu 9 Mart 1971 deneyiminden sonra CHP’nin tek çıkış yolu olduğunu düşlemeye başlayan kendi eski yol arkadaşlarını “umut otobüsünün yolcuları” olarak niteliyordu. Bu çerçevede değerlendirme yapıldığı zaman dönemin ruhu sadece bu somut durumda netleşmiyordu. 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren çıkmaya başlayan ve Türkiye’de dışarıdan aktarılan bir düşünsel gelenekle özdeşleşen bir dergi “Türkiye sosyal demokrasiyi yaşamaya mahkum” tespitini tekrar tekrar vurguluyordu. Bu, o kadar yaygın bir eğilimdi ki “umut otobüsü” yolcularla dolup taşmaktaydı.
Otobüsün yolcularının bir kısmı hakikaten dürüsttür. Bir kısmı da “dönem, bu dönem” diye düşünmektedir. Bu süreç hakikaten uzunca bir süreyi kapsar. Tıpkı, İslamcı ve milliyetçi aydınların merkez sağ partilerin iktidarında, örneğin Adalet Partisi döneminde üst düzey bürokrat olmaları gibi sosyalistlerin de CHP hükümetlerinde üst düzey bürokrat olmaları ortak bir mantıkla analarının ak sütü gibi helal olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla sosyal demokrasiyi yaşamaya mahkum olunan dönemde Cumhuriyet’te kitap sayfası, Milliyet’te entelektüel bakış perspektifi oluşturmanın anlaşılır bir tarafı vardır. Hatta Deniz Baykal’ın Cinnah Caddesi’ndeki özel ofisinde rapor hazırlamanın da. Adeta 1989 yerel seçimi sonrasında oluşan tablo çok daha net görünmektedir. 1989 mahalli seçimlerinden sonra Deniz Baykal “elimizi uzatsak İktidara geleceğiz”in ötesinde “iktidar üzerimize yuvarlanıyor” demektedir. Bu arada Türkiye’de İsveç tarzı sosyal demokrasi sadece belli mekanlarda telaffuz edilmemektedir. Bülent Ecevit de İsveç deneyimini bilen bir aydının yazdığı bir kitabı sosyal demokrasiyi en iyi anlatan metin olarak nitelemektedir.
Ardından Özal dönemi liberalliği bariz bir biçimde öne çıkmaktadır. Bir dönemin sosyalistleri, bir dönemin sosyal demokratları ya da bunları iyi birer çıkış yolu olarak niteleyenler liberalizmin Türkiye’nin çıkış yolu olduğunu söylemeye başlamışlardır. Görünen hikâye liberalizmin uzun süre temel, başat siyaset olacağını da savunmalarıdır. Bir anlamda dört eğilimi birleştirme iddiası aslında sıradan bir sosyolojik gerçeklik olarak değil, bu coğrafyanın aydınlarının siyasal duyarlılıklarının, siyasal esnekliklerinin, daha doğrusu siyasal eyyamcılıklarının bir izahı anlamında ciddi bir sosyolojik gerçeklik olarak anlaşılabilir. Hakikaten Özal dönemi bu anlamda önemli bir merhaledir. Onun sonrasındaki süreç de gerçekten bir başka zaman aralığına tekabül etmektedir. 28 Şubat süreci Türkiye’de Kemalizmin ve İslamcılığın farklı bir şekilde anlaşılmasına geçişin de yolunu açmıştır.
Ancak bu tarz bir geçiş light ya da soft olarak nitelenebilecek bir dönemi beraberinde getirmiştir. Bu dönemin ilk on yılı liberalizmin eski dönemde olduğu gibi daha doğrusu ona yakın bir şekilde anlaşıldığı bir zaman kesiti olmuştur. Bu dönemin geri kalan kısmı liberallerin yönetime eleştirel bakmalarına sebep olmuş, yönetimle uyumlu liberallerin de liberal olarak nitelenmesini olanaksız kılmıştır. Liberal Düşünce Kulübü’nün en bariz, en öne çıkmış iki aydını dinsel renkli iki kesimde konumlanmış; liberalliklerinde ısrarlı olsalar da liberalliklerinden pek bir iz kalmamıştır. Belki de ikisi de doktora tezlerini ve 1980’li yılların ortalarında yazdıklarını ömür billah yayınlamayı düşünmemekte; yayınlamak bir yana hatırlanmasını bile istememektedir. Bu iki aydının bulunduğu mekanlar da zaman içinde bariz biçimde farklılaşmıştır. Her ikisinin de düşünsel serüvenleri tabiri caizse Aydın Yalçın’dan, hocalarından, açık tarzda farklı olmuştur. Bir zamanların Forum dergisinin ilk dönemi Aydın Yalçın’ını “Atatürkçü liberal” olarak nitelemekten daha zordur bu iki aydını İslamî renkli liberal olarak nitelemek.
Eski dönemin Maoculuk, sosyal demokrasi ve liberallikten yolu geçen aydınının Fethullahçılıkla zaman içinde fazlasıyla barışık olması da imkan dahilindedir ve bunun da örnekleri vardır. Zaman içinde bu kesim de sosyalizm, sosyal demokrasi ve liberalizm gibi cazibe merkezi olmaktan çıkıp darbe girişimi nedeniyle cezalandırılmıştır. Bu durum da mensubu olanlarda, onlara yatkın olanlarda paradigma değişikliğine yol açmıştır. Aslında Türkiye’nin aydınında yukarıda da örneği görüldüğü üzere dönem dönem, yirmi yıla yakın aralıklarla paradigma değişikliklerine, düşünce değişikliklerine yol açmaktadır. Son paradigma değişimi de olmayacak duaya amin demenin yanlışlığı üzerine kurulmaktadır. Aslında bunların çoğunun derdi toplumu etkilemek değil toplumun gitmekte olduğu hedefi sezip giden otobüse atlamaktır. Bir başka deyişle rüzgârın doğrultusunda savrulmaktır. Aslında esas olan, aslolan rüzgârın yönünü tayin edememektedirler. Toplumun nereye gittiğini anlamadıkları gibi toplumu da tanıyamamaktadırlar. Sonradan vazgeçmektense başlangıçta hareket güzellemesi yapmamaları, insanları etkilemeye çalışmak yerine toplumu anlamayı yeğlemeleri gerekmektedir.
Aslında düşünsel anlamda değişme zaman zaman olumlu bir durumdur. Hakikaten düşünsel değişiklik yaşayan aydınların bazıları ciddi düşünsel tahliller yapmaktadır. O Yordam’da yazanlardan birinin yazdığı hayat hikayesinin ilk yirmi yılını anlattığı kitap olağanüstü ciddi sosyolojik bir tahlil mahiyetindedir. Yordam’da yazan diğer aydının hayatı ise yirmili yaşlarda bitmiştir. Diğerlerindeki değişim bariz bir biçimde riyakarca olmaktadır. Zaten insandaki değişim her farklılaşan dönemde olmak ve insan o döneme uymak zorunda değildir. Aydınlar genellikle dönemin nimetlerinden yararlanmayı amaçlamaktadır. Çoğu aydın külfete hiç mi hiç katlanmak istememektedir. Her düşünsel hareketin içinde külfete katlananların yazdıkları ciddi düşünsel metinler bulunmaktadır. Çoğu aydın rüzgâra kapıldığı için bazı eski metinlerini saklamak ihtiyacını hissetmektedir. Rüzgârdan etkilenmemek ciddi tahlillerin yolunu açabilir. Aslında rüzgâra karşı işemek daha saygıdeğer bir tutumdur.
Zaten bu tarzda değişse de istikrar arz eden yazar tipi değişik dönemlerde kendini adeta yinelemektedir. Bir anlamda Sartre’ın “angaje aydını” ile Jdanov’un sanat komiserliğine yatkınlık, daha sonra da sosyalist gerçekçilik anlayışı ve her anlamda memur yazar tipinin birbiriyle tam tekmil uyumu söz konusudur. Kalemini bir tarz amirin – bu ister yazar olsun ister kurum- emrine veren yazar. Acaba İnönü diktasının güdümünde, onun sanat komiseri olarak nitelenen Nurullah Ataç’tan şikayetçi olmakta kaç kişinin hakkı vardır. Ondan öte hiç kimsenin hakkı var mıdır acaba?
Bir insanın bu kadar kısa sayılabilecek sürede dört ayrı dünyanın insanı olmasının düşünce dünyasıyla, düşünsel süreçlerle zerre kadar ilgisi olamaz gibi görünüyor. Türkiye’de bir aydının da söylediği gibi makro ve mikro sansür ağları kültürü hakimdir. “Kamuda ve özel kurumlarda görev, mansıp beklemekten tamamen vazgeçmeden bu sansür kültürü dışında yaşamak mümkün değildir. Hatta görev ve mansıbın ötesinde aydın olarak kabul edilmek de olası değildir.”[2] Türk sinemasının klasik repliği “biz ayrı dünyaların insanlarıyız” tipik Türk insanını resmetmekten daha çok Türk aydınının konakladığı farklı düşün alanlarındaki birbirlerine kıyaslanabilecek oluşumlarının fotoğrafını çeker. Aynı aydın dört ayrı evrede “ayrı dünyaların” insanlarıdır. Bu durum “mumrosuz bir gözlük gibi” çok sayıda aydına uymaktadır.
Değişik dönemlerde “ayrı dünyaların insanları” olan aydınlar işmar ederek, kırıtarak, sırıtarak, göz sürerek yükselen eğilime yönelmektedir. Bu her dönemde yeni hedefler gündeme gelerek yinelenmektedir. Belki de Türkiye’de değişik dönemlerin haleti ruhiyesini yansıtan önemli sözler vardır. Bunlardan biri de Celal Bayar’ın “Türkiye’ye bu kış komünizm gelecek” cümlesidir. Aslında bu cümlenin Türk soluna hakim olan yakında Türkiye’de sosyalizm yaşanacak, elimize uzatsak sosyalizm geliyor, “yarın bayram” mantığından farkı yoktur. Aslında medyanın operasyon aleti olması nedeniyle medyada bir yer sahibi olmalarının anlamı vardır. Ve bunların seslerinin kendi sesleri olmaktan ziyade sahiplerinin sesi olması o kadar aşikârdır ki. Bir insanın kendi sesi yerine başkasının sesini çıkarması o kadar zordur ki. Bir insanın kendisi olması, sesinin şahsi düşüncesinin damgasını yansıtması. Aslolan, gereken de budur sanırım. Tabii eksikliği çekilen de budur.
*Bu makale, Türkiye Notları dergisinin 13. sayısında neşredilmiştir.
[1] Kerim Öztürk 1967-68 öğretim yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü’nde okudu. Öğrenci olaylarına karışmasının yarattığı sıkıntı nedeniyle yeniden sınava girerek 1968-1969 ders yılı başında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne geldi. Daha ilk ders yılında, 1969 baharında Fakülte’de Emperyalizmle Mücadele Derneği’ne üye olmak istedi. Bana sordu “Boşuna oyalanacağına doğrudan öğrenci derneğiyle buluş” dedim. Girmeye niyetlendiği dernek ve benzerleri öğrencileri öğrenci hareketlerine yöneltmek için kurulan aracı, tabiri caizse yöneltici kurumlardı. Bir süreliğine öğrenci hareketleri içinde yeniden yer alması yolunu Ankara’nın orta yerindeki örgütlerinden sonra hapishaneye düşürdü. Başkasına gelen tahliye kağıdıyla içeriden çıktıktan sonra ise kaderde yolu Filistin vardı. Ve Filistin’de kaldı.
[2] Sosyal medyada Yahya Sezai Tezel’in yazdıklarından mealan aktarma.