Alışkanlık haline getirilmiş yürüyüşler vardır. Sokakları geçerken etrafa bakılmadan sadece zihinde bir düşünme eylemi içindeyken akan yürüyüşler… Bazen arşınlamak için yola çıkarız. Görmek için atarız kendimizi şehrin en işlek sokaklarına bazen.
Yüz yıl önce bağ, bahçe ve sayfiye yeri olarak kullanılan, ki anlamı da bu zaten, ama şimdi Moskova’nın merkez caddelerinden biri olan Sadovaya’da yürürken garip bir hisse kapılıyorum. Geniş kaldırımların ve çarlık yapılarının arasından geçerken paytonlar gözümün önüne geliyor. Kar, tipi ve fırtına arasından akşam oturmalarına giden hanımlar, beyler. Rus romanlarının o romantik atmosferiyle kendimi sokağı net bir şekilde görebileceğim bir lokantaya atıyorum.
Uzun süre orada oturmak ve sokağı izlemek istiyorum. Siparişlerim gelene kadar insanların aceleyle geçtiği yerler olarak tanımlıyorum artık sokakları. Yürümenin bir anlamının olmadığı. Oysa birçok filozofun yürümeyle düşünme arasında bağ kurduğunu biliyorum. Şimdi insanlar koşuşturuyor ve adımlarını yetişme gayretiyle attıklarını hissediyorum ve canım sıkılıyor. Yemeği yerken Poe’nun “kalabalıkların adamı” aklıma geliyor. Kaldırımların anlam değiştirdiğini düşünüyorum. Karşılaşma yerinden çok uzak artık sokaklar kentler bu denli büyümüşken. Bulvar artık bir mazi. Sokaklar yalnızca işgüzar esnafların attığı ağlarla dolu bir tuzak, büyük şehirlerde.
Hesabı ödeyip çıkıyorum. Sonra şehrin dışına ilerlemek istiyorum, uzaklaşmak için, turist olmak gibi bir niyetim olmadığından mabet yapıları es geçiyorum bir süre. Dar sokaklar arıyorum. Çünkü bir şehri anlamak için yapma değil doğal sokaklara girmek gerekir. Metroya binip rastgele bir durakta iniyorum. Yeryüzüne çıktığımda bir banliyöde olduğumu anlıyorum. İşten dönen yorgun adamların adımlarını takip ediyorum. Yeni sosyal konutları ve isli eski komün apartmanlarını görüyorum. Aynı karede. Değişen bir şey yok, diye düşünüyorum. Yürürken sokaklarda oynayan çocuklar görmüyorum. Kadınların sesiyle çınlayan bir sokak da değil. Burası Türkiye’deki herhangi bir toplu konut mahallesi gibi. Herkes evinde bu saatlerde ya da varmak üzere. Yorgun argın bir akşam yemeği bekleniyor ve koca beton bloklar koruyor bu halkı ve sokaklar bomboş. Üzülüyorum.
Gerisin geri metroya biniyor, bildiğim merkezi bir durakta ininceye kadar insanlara bakıyorum. Herkes yorgun, gençler dışında, onlar gamsız, oysa şuradaki adam da on yıl önce bu gençler gibiydi, diyorum, şimdi kafasını kaldıramıyor, uykudan. Üzülüyorum. Metrodan inip yine kalabalığın içine atıyorum kendimi.
Uzun bir yürüyüş olsun istiyorum. Bazen unutmak için yürürüz. En uzak noktaya bakarak yürüyorum, odaklayamadığım için gözlerimi, bir ışık huzmesi en uzakta gördüğüm. İnsan görmek istediğini görüyor. İnsan hayaline koşmak istiyor. Bir zamanların merkezleri dağılıyor. Moskova bitiyor, Kiev tükeniyor, İstanbul bulanıklaşıyor, Brüksel bir ihtimalmiş ve kaldırımlar evsizlerle dolu, Paris’in bir farkı yok. Ulrich Seidl’in filmi Import//Export’u hatırlıyorum, sene 2007 çok mu uzak, değil. Ukrayna’nın, Slovakya’nın o küçük şehirleri, o yokluk o umutsuzuluk, o umut, Viyana’da bir koca bulup vatandaşlık alma ihtimali, bir Viyanalının kentte tutunamayışı bir harmoni arayışı. Yürüyüş bir harmoni. Avrupa kaynıyor. Nefes alamıyoruz sıcaktan, böyle giderse, deyip bırakmamak lazım. Yürümeye devam, çıkacağımız bir açıklık ilham olacaktır, bir anı, her şeyi değiştirebilir.
Sonra bir meydana çıkıyorum Balşoy Tiyatrosu’nu görüyorum. Benjamin’in Moskova Günlüğü aklıma geliyor, sonra bir mısra sınırda kalmış bir dostunun ardından kaleme aldığı Brecht’in, şu minvalde; duyduk geçilmesi imkânsız bir sınıra varmışsın, duyduk durmamışsın geçilen bir sınır bulup geçmişsin, sonra diyorum yorulup takip edilmekten düşüp toprağa uzun bir uykuya dalmışsın. Üzülüyorum. Küçük bir sokak görüyorum kocaman yapının arkasında. Birkaç kişi ayakta sohbet ediyorlar, bir kafenin önünde. Yüzüm gülüyor. Benjamin diyorum, Asja’yla bir oyun sonrası burada durdu ve içli içli baktı kadına, Moskova’dan ayrılmadan. Tam o sırada bir ses geliyor karşı apartmandan, bir kadın şarkı söylüyor, ahh Malikov!, çekip gitme, burası yeter ikimize de, burası bizim sokağımız, bizi doyurur, çekip gitme, seni kim tanıyacak o koca şehirde…