Türkiye Notları

Fikir Tarih Kültür

Öner Buçukcu TN AKTÜEL Türk Düşüncesi

CELAL BAYAR: “Her Şeyden Önce İttihatçı”

Türkiye’de sağ-muhafazakâr hareket üzerinde durulurken/tartışılırken bir figür ısrarla görmezden gelinmektedir. Demokrat Parti’nin ilk genel başkanı, Demokrat Parti grubunun seçtiği ilk Cumhurbaşkanı Celal Bayar üzerinde Türkiye’de sağlıklı bir biçimde durulduğunu söylemek zor. Bayar’a yönelen ilgi büyük ölçüde siyasal konumlanmalarla paralellik arz ediyor. Örneğin Bilsay Kuruç, Korkut Boratav gibi akademisyenler, Erken Cumhuriyet Dönemi ekonomi politikalarını açıklamaya çalışırken Bayar’ı genellikle bir gösteren olarak kurgulamayı denemektedir. Ya da 27 Mayıs öncesinde Adnan Menderes bir yumuşama arzu ederken Celal Bayar’ın sertlik yanlısı tavırları dolayısıyla darbenin kaçınılmaz hale geldiği ya da önlenemediği gibi bir hikaye, Prof. Ali Fuat Başgil’in bu konu hakkında aktardıklarına da referansta bulunularak sıklıkla paylaşılır. Türk sağının İslâmcılıkla da dirsek temasına sahip çevrelerinde yıllar boyunca bir dedi kodu halinde Celal Bayar’ın Yassıada Mahkemesi idamına karar vermesine rağmen idam edilmeyişinin onun “masonluğuyla” alakalı olduğu dile getirilmiştir.

Tüm bu eğilimler aslında Cumhuriyet dönemi Türk tarihini karşıtlıklar üzerinden yorumlama alışkanlığının bir parçasıdır. Halbuki süreklilikler, iç içe geçişler, kaynaşmalar olduğu düşünülen ya da olduğuna vehmedilen karşıtlıklardan daha belirgindir. Galiba bu karşıtlıklar yaratarak tarihsel bir süreci anlaşılır kılma (belki de anlaşılmasını imkansız hâle getirme demeliyiz) en mükemmel örneklerinden birisi 1923-1938 arası döneme ilişkin anlatılarda bulunabilir. İş Bankası çevresinde toplanan liberaller ve İnönü etrafında toplanan devletçiler üzerinden dönem koşullarının rasyonalize edilmesi ve bir hikayeye dönüştürülmesi ilginç bir durumdur aslında. Zira ne dönemin liberalleri gerçek manada (gerçek manadan kasıt günümüz kıstasları değil dönem kıstaslarıdır) liberal, ne dönemin devletçileri bu analizlerde vehmedildiği gibi devletçidir. Dönemin en ciddi liberallerinin Ahmet Hamdi Başar ve Ahmet Emin Yalman; devletçilerinin Yakup Kadri, Şevket Süreyya, Burhan Asaf olduğunu söylemek belki bu bahsi daha anlaşılır kılabilir. Dolayısıyla bir takım politik figürlerin değerlendirilmesi, anlaşılması da ciddi eksiklerle malul olabilmektedir. Celal Bayar bu durumun güzel bir örneğidir.

Bir Osmanlı Aydını

Bayar’ın bir Osmanlı aydını olduğu, doğduğu, ilk eğitimini aldığı çevrenin, günlük ve edebi dilini edindiği, temel ahlâkî değerlerini kazandığı, dünya görüşünün biçimlenmeye başladığı atmosferin Osmanlı dünyası olduğuna dikkat etmek gerekir. Dolayısıyla bu dünyanın ekonomik, sosyal, siyasal krizleri Bayar’ı derinden etkilemiş; bir ömür boyu taşıyacağı bir takım temek motivasyonlar yüklemiştir. Bayar’ın politik ve düşünsel bilincinin oluştuğu yıllar II. Meşrutiyet, Balkan Harpleri, Birinci Büyük Savaş ve Milli Mücadele’nin yürütüldüğü yıllardır. Bu formasyonu edindiği örgütlü yapı da Osmanlı İttihat-Terakki Cemiyeti’dir. Bayar 1907 yılında yemin ederek Cemiyet’e katılmıştır. Bu esnada Bursa’da bir Alman bankasında çalışmaya başlamıştır. 31 Mart Ayaklanması esnasında kendisini tutuklamaya gelen zabitana, banka müdürü kapitülasyonları hatırlatarak bu tutuklamaya izin vermeyeceğini söylediğinde Bayar banka müdürüne itiraz etmiş ve göz altına alınmayı kabul etmiştir. Bayar bu durumu kapitülasyonlara karşı olması dolayısıyla onlardan ahlaken faydalanamayacağını düşünmesi ile açıklamaktadır (Bayar, C-3, 1997, s. 151-152). Bu hadise belki de bize yaklaşık 70 yıl sonra Senato üyeliğine hak kazandığında neden Senato’ya girmediğini de açıklamak için veri sağlayabilir.

Bayar’ın ekonomi üzerine görüşlerinin de büyük ölçüde İTC ekseninde geliştiği söylenebilir. İTC’de Milli İktisat politikasının şekillendiği dönemde Bayar parti içerisindedir ve siyasal gelişmeleri büyük ölçüde partinin durduğu yerden değerlendirdiği anlaşılmaktadır. Milli İktisat politikasında amaç Müslüman bir burjuvazinin yaratılmasıdır. Kara Kemal Bey de bu amaçla İstanbul’da çeşitli faaliyetler yürütmüş, teşebbüslerde bulunmuştur. Kara Kemal Bey’in İstanbul’daki ekonomik aktivitelerini takip eden Bayar, Bursa’da bir vapur şirketi kurarak benzer faaliyetler yürütmeye çalışmıştır (Birlik, 2011: s. 5). Bayar’ın ticari faaliyetleri iyiye giderken İTC merkezinden gelen emirle Partinin İzmir Mes’ul Katibi olarak görevlendirilmiştir. Bu görevlendirmede bizzat Tal’at Paşa’nın rolü olduğu anlaşılmaktadır.

Bayar’ın İzmir’deki faaliyetlerinin de Milli İktisat düşüncesi çerçevesinde biçimlendiği gözlenmektedir. Bayar, anılarında İzmir’e varır varmaz dikkatini çeken ilk hususun İzmir’in nüfusunun çok büyük bir kısmını Müslümanlar oluşturmasına rağmen iktisadiyatının büyük ölçüde Rumların elinde tutulması olduğunu belirtmektedir. Bu çerçevede faaliyetlerini sürdüren Bayar’ın çalışmaları İzmir’deki Rum ahalide rahatsızlık yaratmış görünmektedir. İzmir Mebusu Karalidi Efendi Meclis-i Mebusan’da Bayar’dan şekvasını dile getirmektedir:

“İzmir’de İT Mes’ul Katibi devleti teşkil eden unsurların elinden ekmeğini alıyor. Bu işler Osmanlı Devleti’ni teşkil eden ırklar ve unsurlar içinde Türk’ten gayrılarının ihtisas ve meslek hakkıdır. Onlara dokunamazsınız. Aksi halde bu devlet yıkılır.”

Bayar’ın faaliyetlerinden İzmir Valisi’nin de rahatsız olduğu görülmektedir. Merkeze şikayetler yoğunlaşınca hem Talat Paşa hem de Enver Paşa İzmir’i ziyaret etmişler, Celal Bey’in göreve devam etmesini muvafık bulmuşlardır.

Celal Bey’in İzmir’deki görevi İTC kendisini 1918’de toplanan kongresi ile lağvettiğinde sona erecektir. Bu tarihten sonra Aydın’a geçen Bayar, Galip Hoca adıyla bölgedeki gayrinizami unsurların işgal karşısında örgütlenmesine katkı sağlamıştır.  Ardından Bayar’ı 1919’da İstanbul’da toplanan Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında Saruhan (Manisa) temsilcisi olarak görüyoruz. Meclis’in açık olduğu dört aylık süre zarfında işgale karşı direniş oluşturulması için çalışmalar yapan Bayar Meclis’in işgal kuvvetleri tarafından dağıtılmasının ardından Ankara hareketine katılmıştır. 1921-1922 yıllarında İktisat Vekilliği yapan Bayar 1922’de Lozan’a giden ilk heyete ekonomi danışmanı olarak katılmıştır. Cumhuriyet’in İlânı sonrasında Mübadele, İmâr ve İskân Vekili olarak görevlendirilen Bayar Temmuz 1924’te bu görevinden istifa etmiştir. Bayar bu istifasına gerekçe olarak ekonomi alanında uzmanlaşmak istemesini göstermektedir. Bu esnada Mustafa Kemal Paşa elindeki bir miktar para ile ticarî bir girişimde bulunmak istemiş, Celal Bayar İzmir yıllarındaki tecrübelerine dayanarak vatandaşın millî bir bankaya ihtiyacının olduğu, Mustafa Kemal Paşa’nın birikimini bu yönde değerlendirmenin daha yararlı olacağını belirtmiş, neticesinde Türkiye İş Bankası kurulmuştur. Dikkat edileceği üzere Bayar, sürecin normalleşme emareleri göstermesiyle birlikte meseleleri yine alışık olduğu biçimiyle değerlendirmeye başlamıştır. İş Bankası’nın kurulması, İttihat-Terakki’nin yürüttüğü ekonomi politikalarının net bir uzantısıdır.

1932’de İsmet Paşa kabinesine İktisat Vekili olarak giren Bayar 1937 yılına kadar bu görevi sürdürmüştür. Bu dönemi de aslında Milli İktisat politikalarının net bir devamıdır. İktisat Vekili olduktan sonra verdiği “Eğer Türkiye’nin sanayileşmesini ve refahının artmasını özel teşebbüsten beklersek en az iki yüz yıl daha bekleyeceğiz demektir” (Şahingiray, 1999: 142) mealindeki beyanı hem Bayar’ın liberalliği hakkında hem de izlenen iktisat politikalarının işleyiş çerçevesi hakkında fikir vermektedir. Dolayısıyla Bayar’ın devletin piyasadaki rolü ve konumu üzerine kanaatlerinin yaygın kanaatin aksi yönde olduğu söylenebilir. Boratav da Bayar’ı 1930’lu yıllardaki devletçilik politikalarının mimarı olarak değerlendirmektedir (Boratav, 2006: 155). Burada dikkat çekilmesi gereken husus Bayar’ın bu politik-ekonomik çerçeveyi dönemin küresel ekonomik koşullarının dayatmasıyla geliştirdiğine, buna mecbur olduğuna dair kanaatin pek açıklayıcı olmadığıdır. Yukarıda da detaylandırılmaya çalışıldığı üzere Bayar’ın ekonomi görüşleri büyük ölçüde İTC’nin çizdiği perspektifle biçimlenmiş gözükmektedir.

“İttihatçı” Başbakan

1936 yılından itibaren Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa arasındaki anlaşmazlığın özellikle Hatay Meselesinde ve ekonomi konularında huzursuzluğa dönüşmesi üzerine 1937’de Celal Bayar, İsmet İnönü’nün yerine Başvekilliğe atanacaktır. Bu noktada önemli bir soru işareti de gündeme gelmektedir: Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa’nın yerine neden Şükrü Kaya’yı ya da Tevfik Rüştü Aras’ı değil de Celal Bayar’ı atamıştır? Zira Celal Bayar’ın kamuoyunda tanınırlığı Şükrü Kaya’ya ya da Tevfik Rüştü Aras’a göre çok daha azdır. Her iki isim de hem rejim hem de CHP içerisinde de etkili figürlerdir.

Anlaşılan o ki Mustafa Kemal Paşa hem yetenekli hem de kontrol edebileceğini düşündüğü birisi üzerine düşünmüş, Celal Bayar’da karar kılmıştır. Bir diğer önemli etken Bayar’ın 1932-1937 arasındaki İktisat Vekilliği’ni sürdürmüş olması olabilir. İş Bankası denemesindeki başarısı dolayısıyla Mustafa Kemal Paşa’nın Celal Bayar’a güven duyduğu anlaşılmaktadır. Ancak yine de esas sebebin ilki olduğu düşünülebilir. Bayar Başbakan olduktan sonra aynı zamanda (İsmet Paşa’nın yerine) CHP’nin Genel Başkan vekili olarak da görevlendirilecektir. Tam bu noktada Bayar’ın temel angajmanlarının anlaşılması bakımından iki anekdotun aktarılması faydalı olabilir.

Başbakan olarak hükümet programını okuduktan sonra Bayar’ın gözüne Mithat Şükrü Bleda ilişir. Bleda büyük dikkatle Bayar’ı dinlemiştir. Bayar İzmir’e Mes’ul Katip olarak gönderilirken İTC’nin kurucularından da olan Bleda İttihat ve Terakki Cemiyetinin Katib-i Umumisidir. Bayar, sakin adımlarla Bleda’ya yaklaşır ve şöyle der: “Nasıl, talebenizi beğendiniz mi efendim?” (Bleda, 1979: 56). Bir diğer anekdotu Celal Bayar kendisi aktarmaktadır. Mehmet Barlas’a verdiği mülakatta Mustafa Kemal Paşa’nın ara sıra kendisini “Bir tek İttihatçı sen kaldın” diye azarladığını belirtmektedir.

Bayar’ın Başbakanlık dönemi aslında Türkiye tarihi açısından da olağanüstü önemli bir aralığa isabet etmektedir. Çünkü 1937 yılında Mustafa Kemal Paşa’nın hastalığının belirtileri görülmeye başlamış, yönetici elitler arasında Mustafa Kemal Paşa’dan sonra kimin Cumhurbaşkanı olacağı tartışması yapılmaya başlanmıştır. Bu süreçte İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanlığı yolunu kesmek amacıyla Tevfik Rüştü Aras İsmet Paşa’nın ABD Büyükelçisi olmasını önermiştir. Aras’ın planının İnönü’nün ABD’ye Büyükelçi olarak atanması sonrasında vekilliği düşeceği için Cumhurbaşkanlığı yolunun da kapanması olduğu anlaşılmaktadır. İsmet Paşa bu teklife çok sert bir biçimde karşı çıkmıştır. Tam bu devrede Bayar’ın politik duruşu Türkiye’yi belki de İkinci Büyük Savaş arifesinde bir boşluğun içerisine düşmekten korumuştur.

İsmet Paşa muhalifi grup Celal Bayar’ı da sürece dahil etmeye, İsmet Paşa’yı dışarda bırakmaya çalışmış ancak Bayar sorumlu davranarak Mustafa Kemal Paşa’dan sonra kimin Cumhurbaşkanı olması gerektiğine CHP grubunun karar vermesi gerektiğini belirtmiştir. Zurcher de (2015: 272-273) Mustafa Kemal Paşa’nın ardından İnönü nasıl ve neden Cumhurbaşkanı oldu sorusuna cevap olarak 4 sebep tespit etmektedir:

  1. Celal Bayar, İnönü’nün muhalifleriyle işbirliği yapmayı reddederek İnönü ile temasını devam ettirmiştir. Bu durum İnönü karşıtı cephenin faaliyetlerinin etkisini yitirmesine sebep olacaktır.
  2. Bayar’ın da tavrının etkisiyle İnönü’nün rakipleri İnönü’ye karşı yarışacak bir aday bulamamışlardır. Parti kadrolarının ve Meclis üyelerinin son kertede İnönü’nün de etkisiyle bir önceki dönemde biçimlenmiş olması önemlidir.
  3. Askerî liderler neredeyse tamamıyla İnönü’yü desteklemişlerdir.
  4. Cumhuriyetin iki mareşalinden biri, Mareşal Fevzi Çakmak Paşa da Cumhurbaşkanı olmak istememiştir. Gerçi böyle bir istek taşısaydı bile Meclis üyesi olmadığı için Anayasaya göre Cumhurbaşkanı seçilmesi mümkün olmadığından bir Anayasal düzenleme zorunluluğu bulunduğu da akıldan çıkarılmamalıdır. Belki de Mareşal böyle bir düzenlemeyi kendisi istiyormuş izlenimi yaratmak istemediği için adaylık izharında bulunmamıştır.

Siyasal Liderliğe Hazırlık Dönemi

İsmet Paşa, Cumhurbaşkanı olduktan sonra ilk Başbakan olarak yine Celal Bayar’ı atamış, ancak bir önceki kabinede bulunan iki ismin, Şükrü Kaya ve Tevfik Rüştü Aras’ın kabinede olmasını istememiştir. Bu ikinci Celal Bayar kabinesi Ocak 1939’da Bayar’ın istifasıyla dağılmış, İnönü’nün görevlendirmesiyle Refik Saydam hükümeti kurulmuştur. Bu tarihten itibaren Bayar’ın Meclis’te ve siyasal hayatta daha az görünür olduğu dikkat çekmektedir. Bu süre zarfında hükümetin Varlık Vergisi gibi uygulamalarını grup içerisinde eleştirmiş ancak kamusal olarak eleştirilerini dillendirmemiştir. Bu anlamda 1944 yılı bir milat olarak değerlendirilebilir. 1944 yılı bütçe görüşmelerinde söz alan Bayar, kendi dönemiyle kendinden sonraki dönemi karşılaştırarak hükümete ekonomi planında sert eleştiriler yöneltmiştir. Başbakan Şükrü Saraçoğlu, Bayar’ın eleştirilerini kabul edilemez bulmuştur.

Bu hadiseyi 1945 yılında Dörtlü Takrir adı verilen gelişme izleyecektir. Dörtlü Takrir genellikle Demokrat Parti’nin kuruluşunun ilk aşaması olarak değerlendirilir ancak Dörtlü Takrir’i verenlerin başlangıçta farklı bir parti kurmak gibi bir niyetlerinin olmadığı anlaşılmaktadır. Bayar Dörtlü Takrir’i verdiklerinde esas hedeflerinin CHP içerisinde bir reform hareketi başlatmak olduğunu söylemektedir (Birand, 2016: 30). Feroz Ahmad da bu dört ismin partiden ayrılmak istediklerinin şüpheli olduğu kanaatindedir (Ahmad, 2015: 30).

Ancak süreç bu dört ismin düşündükleri gibi ilerlememiş, İnönü’nün işareti ve isteğiyle yeni bir parti kurulmasına yönelik çalışmalar başlamıştır. Kurulan Demokrat Parti’nin iskeletini Dörtlü Takrir’i imzalayan dört isim oluşturmuştur ancak grubun doğal lideri Celal Bayar’dır. Bayar’ın 1946-1950 arası dönemdeki siyasal liderliği geniş bir çalışma konusu olacak kadar önemlidir.

Türkiye’deki ilk genel çok partili seçim 1946 yılında büyük tartışmalar arasında gerçekleşmiştir. Tartışmaların sebebi bu seçimlerde usulsüzlük yapıldığı iddiasıdır. CHP’liler bu iddiaları kesinlikle reddetmişlerdir. Nihat Erim’in de bulunduğu bir ortamda Şükrü Sökmensüer’in seçimlerde herhangi bir usulsüzlük ya da baskı olmadığı yönündeki kuvvetli beyanları üzerine İnönü’nün cevabını Erim şu şekilde aktarmaktadır:

“ ‘Birbirimizi mi aldatacağız efendim? Baskı yapılmıştır. Valiler Halk Partisi için çalışmıştır ve bizden takdir ve teşvik görmüştür. Vaziyeti olduğu gibi görmek lazımdır. Bundan sonra yaptırmayacağım. Bir taraftan böyle beyanname neşret, öte yandan bildiğini oku. Ben buna meydan vermeyeceğim.’ dedi. Tekrar İstanbul kısmi milletvekilliği seçimlerine temas etti. ‘Beni aldattılar. Başbakan, genel sekreteri gönderdim. Seçimin dürüst yapılması için sıkı talimat verdim. Böyle olduğu halde sandıklara pusula tıktılar. Söyleyin bana ben parti şefi miyim yoksa birtakım külhanbeylerinin maskarası mıyım? Bütün dünyaya beni rezil ettiler. Bundan sonra yaptırmayacağım.’ ” (Erim, ……., s. 157)

Yaşananlara rağmen Demokrat Parti’nin gösterdiği başarı önemlidir. 1946 seçimlerindeki bu başarı Bayar’ın bu liderliğini pekiştirmiş gibi gözükmektedir. Bu ivmeyle Bayar’ın özellikle kişisel hak ve hürriyetlerin genişletilmesi ve seçim kanununun değiştirilmesi amaçlarına dönük bir siyasal dil inşa ettiği söylenebilir. 1946-1950 arasında Bayar’ın siyasal lider profili inşa edilen bu siyasal dilin siyasal kazanıma dönüşmesinin de zeminin hazırlayacaktır. Neticede 1950 Temmuz’unda gerçekleşen seçimlerle Demokrat Parti büyük bir Meclis çoğunluğuyla iktidara gelmeyi başarmıştır. Demokrat Parti’nin iktidara geleceği belli olduğunda İnönü’ye ulaşarak gereğini yapabileceklerini söyleyen askerî bürokrasi mensuplarına İsmet Paşa’nın yüz vermeyişinin de altı ayrıca çizilmelidir.

Bu noktada sürekli tartışma konusu edilen İnönü’nün çok partili yaşama geçme kararı üzerinde de durmak faydalı olabilir. Genel olarak kanaat İnönü’nün bu kararı pratik gerekçelerle verdiği yönündedir. Batı dünyasının desteğini almak, kontrollü bir muhalefet oluşturmak gibi niyetlerinin olduğu sıklıkla dile getirilmektedir. Bayar’ın kızı Nilüfer Gürsoy’un da benzer bir kanaate sahip olduğu gözlenmektedir. Gürsoy İnönü’nün Marshall Yardımlarından faydalanmak ve Türkiye’nin NATO’ya kabul edilmesi için bir muhalefet partisine onay verdiğini düşünmektedir. Gürsoy’a göre Batılılar Türkiye’ye ‘sizi ittifaka alalım ama sizin de adım atmanız lazım’ demişlerdi. Dolayısıyla ikinci bir partinin kurulması gerekliydi. İnönü kurulacak partinin kendi kontrolünde olacağını düşünüyordu.

İkinci Parti’ye işaret fişeğinin çakılması ile bahsedilen hadiseler arasında (NATO’nun kurulması, Marshall Yardımları gibi) epeyce bir zaman olduğu dikkatten kaçırılmamalıdır. Yine de İnönü gerçekten Batı ittifakına girmek gibi bir niyetle hareket etmiş olabilir. Burada altı çizilmesi gereken husus İnönü’nün bu kararı verdikten sonra ikircikli davranmamış olması, bu kararın arkasında durması ve buna göre davranmasıdır. 1950 seçimlerinden sonraki tavrı da bunu göstermektedir. Paşa benzer bir tavrı 1960 sonrası kaotik dönemde de gösterecektir.

Bayar’ın Demokrat Parti üzerindeki etkisinin 1950-1954 döneminde de gittikçe azalır olmakla birlikte sürdüğünü söylemek mümkündür. Örneğin kendisinden sonra kimin Başbakan olacağına Bayar karar vermiştir. Ancak bu durum 1954 seçimlerinden sonra değişecektir. 1954 seçimlerine Adnan Menderes başkanlığında giren Demokrat Parti oy oranlarını arttırarak büyük bir zaferle ayrılmıştır. Bayar seçim öncesi dönemde bir takım anti-demokratik açıklamalar dolayısıyla parti yönetimine eleştirilerini bildirmiştir (Öğütçen, 2020: s. 160) ancak bunların pek dikkate alındığını söylemek güçtür. 1954 seçimlerinde kazanılan başarının Menderes’in başarısı olması Bayar’ın parti üzerindeki etkisini gittikçe azaltacaktır.

Bu ivmeyle Menderes seçimler sonrasında kendi kabinesini oluşturacaktır. Parti’nin kurucularından Fuad Köprülü’nün partiden kopuşu da bu döneme rastlamaktadır. Önceki dönem Dışişleri Bakanlığı yapan Köprülü önce Başbakan yardımcısı olarak görev almış, sonra kabineden ayrılmış ardından da partiden istifa etmiştir. Yine bu dönemde Menderes’in partiyi yönetme biçiminden rahatsız olan 19 vekil istifa ederek Hürriyet Partisi’ni kurmuşlardır.

1957 seçimlerinden sonra da Menderes’in yönetimi gittikçe sertleşecek, Bayar ile aralarındaki çelişki büyümeye devam edecektir. 1960 darbesi öncesinde Menderes’in yumuşama Bayar’ın sertleşme taraftarı olduğuna ilişkin iddialar genellikle Bayar’ın hükümete karşı yükselen gösterilere verilecek tepkinin tartışılması esnasında verdiği “şimdi tenkil zamanı” tepkisinden kaynaklanıyor gözükmektedir. Bayar’a bu ifadesi Yassıada Duruşmaları esnasında da sorulmuş Bayar bu cümleyi kurmaktan kastının kamu hukukunun uygulanması olduğunu belirtmiştir. Diğer taraftan İnönü’nün dokunulmazlığının düşürülmesi teklifi, Tahkikat Komisyonu’nun oluşturulması, Vatan Cephesi’nin teşkili gibi tansiyonu alabildiğine yükselten meselelerde Bayar’ın dahli tartışmalıdır. Bu noktada Menderes’in tansiyonu düşürmek için istifa taleplerinin Bayar tarafından geri çevrildiği iddiası da tartışmalıdır. Tanel Demirel’in (2016: 376-377) Menderes’in istifayı Bayar’a karşı bir silah olarak kullandığı şeklindeki tespiti çok daha açıklayıcı gözükmektedir.

27 Mayıs ve Bayar

Bayar’ın tavrını uzlaşmazlıktan ziyade geçmişten getirdiği kararlılık olarak tavsif etmek belki daha doğru olabilir. Nitekim benzer bir kararlılığı 27 Mayıs sürecinde de göstermiştir. Darbe sonrası kendisini tevkif etmeye gelenlere direnerek beylik tabancasıyla intihara kalkışmış, Yassıada’da filme alınmalarını onuruna ve kişiliğine bir saldırı olarak değerlendirip bir kere daha kemeriyle intihara teşebbüs etmiştir. Neredeyse bütün Demokratlar Yassıada Duruşmalarında silik bir profil çizerken Bayar alabildiğine sert ve isyankâr bir profil çizmiş, mahkeme heyetiyle sert tartışmalara girmiştir. Samet Ağaoğlu Bayar’ın Yassıada’daki duruşu ile dostlarına da düşmanlarına da hayatını kurtarmak gibi bir kaygı içerisinde olmadığını gösterdiğini ve bu haliyle dostlarının da düşmanlarının da saygısını kazandığını belirtmektedir (Ağaoğlu, 2011: 44). Bayar’ın cezasının ertelenmesinde de bu tavrının etkili olduğu söylenebilir. Zurcher erteleme kararında Bayar’ın mahkeme heyetinde uyandırdığı saygının önemli bir etken olduğu kanaatindedir (2015: 360-361).

Bayar’ın hapis dönemi ve sonrasındaki tavır ve davranışları da bu dönemden farklı değildir. Hastalandığında tahliye edilmeyi ya da doktora götürülmeyi talep etmemiştir. Bu noktadan bakıldığında siyasal pratikleri ve düşünceleri arasında belirgin bir paralellik görüleceği açıktır. Tahliye edildikten sonra en büyük mücadelesi Demokratların siyasal haklarının iadesine dönük olacaktır. 1974’te bu hakkı elde ettiğinde kendisine Senato üyeliği yolu açılmasına rağmen 28 Nisan 1974’te Senato Başkanı Tekin Arıburnu’na gönderdiği bir mektupla Senato’yu demokrasinin ruhuna aykırı bulduğunu belirterek Senato’ya girmeyi reddedecektir.

Bayar’ın katı ideolojik bağlantıları olduğu düşüncesi yanlıştır. Zira Bayar ideolojilerin zamanın realitelerine adapte edilmede yetersiz olduğunu düşünür. Bu yüzden belki de Mehmet Barlas’a verdiği mülakatta İttihat-Terakki’yi üniversitesi olarak gördüğünü söyleyecektir. Çünkü İttihatçılık, ideolojilerden beri, memleket için çalışmak, memleketine aşkla bağlı olmak demektir. Aynı mülakatta kendisini her şeyden önce bir İttihatçı olarak tabir ve tasnif etmesinin sebebi bu olsa gerektir. Erken Cumhuriyet dönemi kadroları içerisinde bulunmuş ve kendisini bu kadar açıklıkla İttihatçı olarak ifade eden bir başka örnek tespit etmek zor görünmektedir. Bu sebeple Bayar’ın politik ve ekonomik yönelimlerini her şeyden evvel burada aramak daha akılcı gözükmektedir.

Bu yazı Öner Buçukcu tarafından Türkiye Notları dergisinin 11. sayısı için kaleme alınmıştır.