Radyoda Müzeyyen Senar’ın buğulu sesi: “Yine bu yıl Ada sensiz içime hiç sinmedi…” Melankolinin böyle ince biçimde ifadesine ne demeli? Bu, hakikaten saz ile sözün bir olup insanın içindeki bir yerlere hücum etmesi. Belki de Tanpınar’ın şiirinde ifade ettiği cinsten bir tecrübe: Musikinin insanın peşine “hatıra” gibi düşüvermesi. Belli ki ciddi bir aşk acısı çekiyor şarkıyı yazan diye düşündüm. Pek tabi ki cehaletten. Fakat yanlış da anlaşılmasın buradaki cehalet, şarkıyı yazan Osman Nihat Akın’ın bunu sevgilisine değil de ahbabı Ahmet Refik Altınay’a yazdığını bilmemek değil. Dünyada aşk dışında başka türlü sevgilerin de olduğunu hatırlamamaktan kaynaklı. İnsanın sevdiği birinin ölümü ardından duyduğu dehşetli bir boşluk vardır. İşte o boşluk, Ahmet Refik’in ölümünün ardından Osman Nihat’a bu şarkıyı yazdırmıştır.
Hayattayken Ahmet Refik’in kendisi böylesi derin bir boşluk duymamış mıdır? Duymaz olur mu! 1932 yılının yirmi dört eylülünde Ahmet Rasim’in öldüğünü duyunca tabutuna kapanıp hüngür hüngür ağlar. Sonra çok sevdiği Rasim’e son görevini yerine getirip tabutunu başının üzerinde evinden çıkarır. Bu iki adam aynı kumaştandır, ikisi de “temiz İstanbul çocuğudur.” Ahmet Refik’in, Rasim’i anlatmak için kullandığı bu söz, aslında üçüncü bir adama Reşat Ekrem Koçu’ya da birebir uyar. Zaten bu üçü arasında bir hoca talebe ilişkisi de vardır. İstanbul’u, rakıyı, musikiyi ve edebiyatı severler. Bir dördüncü eklersek Osman Nihat Akın demek hiç de yanlış olmaz.
Osman Nihat, Ahmet Rasim’in kızından torunudur. İktisat tahsili yapıp, musiki ile iştigal etmiştir. Yeryüzünde, tahsil ettiği işin tam aksiyle uğraşan herkes gibi ilgi çekici bir adamdır. Dedelerin torunlarına miras bıraktıkları arasında bazen dostlar da bulunur. Osman Nihat’a, temiz İstanbul çocuğu Ahmet Refik dedesinden miras kalmıştır. Hayat öyle ya da böyle gördüğünü işleyerek geçirilen bir yolculuktur. Osman Nihat ile Ahmet Refik, ressam Çallı’nın atölyesinin bir köşesinde meşk ederler. Bunun Ahmet Refik’in, Ahmet Rasim’e Gülistan Birahanesi’nde en son bestesini söylemesinden pek de bir farkı yoktur.
Osman Nihat Akın, Büyükada’ya Ahmet Refik için gelir, birlikte Dilburnu’nu dolaşırlar. Dünyada bu gezintilerden, konuşmalardan geriye bir şey kalmamıştır. Üç beş dost hafızasında yer eden bir iki kırıntı da onlarla birlikte toprak olmuştur. Osman Nihat’ın şarkıda, “Dil’de yalnız dolaştım hep gözyaşlarım dinmedi” demesi boşuna değildir. Öyleyse insan, Dil gibi bir güzel köşede yürümenin zevkine yalnız sevdiği yanındaysa varır. İşte bütün bu hikâyeyi, insanlar arasındaki bağlantıları bize alıp getiren musikinin sihirli gücüdür. Osman Nihat belki bu gücün farkına çocukluğunda varmış belki de hiç varmayıp yalnızca gördüğünü işlemiştir. Ne değişir?
Günleri bir hayat yapan şey peş peşe gelmeleri mi, yoksa bir rabıta ile teyellenmeleri midir? İşte o rabıta denilen şeyin kapısını insana ancak musiki veya edebiyat aralamaz mı? İstanbul’un temiz çocukları, Ahmet Rasim, Ahmet Refik, Osman Nihat, Reşat Ekrem İstanbul şehrini edebiyatlarıyla, musikileriyle yıkayarak temiz tuttular. Bugün İstanbul’dan baki kalan o eski temizlik değilse bunun nedeni edebiyatın ve musikinin sağaltıcı gücünü ihmâl etmemizden kaynaklanmaktadır. Ya da efendim Osman Nihat Akın’ın dediği gibi “Bir ihtimal daha var/O da ölmek mi dersin?”