Türkiye Notları

Fikir Tarih Kültür

Emre Karaca Uluslararası Politika

İsrail’in Arap Ülkeleriyle Normalleşme Sürecinin Serencamı

Emre Karaca

İsrail’in 30 yıllık İngiliz yönetiminin ardından yaşanan birçok sıcak çatışma ve siyasi hadisenin ardından kuruluşunu ilan ettiği 1948’den bu yana komşu Arap ülkeleriyle ilişkisi bölgenin ana gündem maddelerinin başında yer aldı. Dönemin koşullarını en iyi anlatan eserlerin başında gelen gazeteci kökenli iki yazarın (Larry Collins&Dominique Lapierre) ürünü  “Kudüs Ey Kudüs” kitabında da 1948 yılının mayıs akşamında işgalci İngiliz askerlerinin kenti terk edişinin, geride kalan Arap ve Yahudi nüfus üzerinde yol açtığı karmaşık ruh hali çarpıcı bir şekilde tasvir edilir. Bu metinde yer alan önemli kesitlerin birinde Kudüs’ü terk etmeye hazırlanan İngiliz görevlisi Sir Alan Cunningham’ın zihnini okumaya çabalayan yazarlar, “Sırada, Balkonun altında, yüz altmış bin Kudüslü birbirini boğazlamak için onun (İngilizlerin) gidişini bekliyordu” cümlesiyle kıyametin habercisi olacak olumsuz beklentilerin panoramasını sunuyordu.

Tüm bu olası olumsuz senaryolar maalesef ilerleyen yıllarda bölgede tatbik edildi, kuruluşun ardından sıcak çatışmalar eksik olmadı. 1967’de Altı Gün Savaşı’nda Arap devletlerinin yaşadığı hezimetin yarattığı kırılmanın ardından İsrail, işgal ettiği topraklarla hakimiyetini tasdik etti. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 242 sayılı kararına göre hukuki olarak da “işgal edilmiş topraklar” ilan edilen Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde düğüm yıllardır çözüme kavuşturulamadı. Tabi bu illegal statükonun doğal uzantısıysa İsrail’in (sınır komşusu ya da değil) Arap ülkeleriyle arasındaki sıkıntılı ilişkiler oldu.

ARABULUCULARIN SAHNESİ ARAP-İSRAİL GERGİNLİĞİ 

İsrail ile Filistin Yönetimi ya da Arap Ülkeleri arasında varılan uzlaşılardaki tüm ikonik fotoğraflarda bir şekilde üçüncü ülkelerin-aktörlerin de karede oldukları görülebilir. Şüphesiz bu karelerin en ünlüsü olarak 1993 yılında imzalanan Oslo Anlaşmasında efsanevi Filistin lideri Yaser Arafat ve dönemin İsrail Başbakanı Menahem Begin arasında kollarını açmış, tarihi bir ana tanıklık etmenin bilincindeki dönemin ABD Başkanı Bill Clinton bulunuyor. Dünyanın pek çok yerinde ihtilaflı bölgeler ve ülkeler arasında yıllar boyunca çözülemeyen sorunlar olsa da kadim unsurların tesiriyle İsrail ve Arap ülkeleri arasındaki çekişmelerde aktif arabuluculuk rolü üstlenmek her aktör için pek çok getirisinin yanı sıra prestij anlamında da önemli birer rozet olarak anılıyor. İsrail ve Arap ülkeleri arasındaki son savaş olan 1973 Yom Kippur’dan bugüne bölgedeki çekişmelerde inisiyatif alan, arabulucu rolünü üstlenen ana aktör ABD oldu.

Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat, bir ilke imza atarak Kasım 1977’de İsrail’i ziyaret etmesi daha önemli adımların habercisi olmuştu. 17 Eylül 1978’de Mısır’la İsrail arasında dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter arabuluculuğunda imzalanan Camp David Sözleşmesi uzun yıllar boyunca milat teşkil etmişti. 6 ay sonra iki ülke arasında imzalanan barış anlaşmasıyla İsrail, Sina Yarımadası’ndan çekilmeyi kabul etmiş, buna karşılık İsrail gemileri Süveyş Kanalı’ndan geçiş hakkı kazanmıştı.

1993’ün ünlü ve çetrefilli Oslo Anlaşması da her ne kadar vaat ettiklerini gerçeğe dönüştüremese de Filistin cenahındaki otoritelerin İsrail tarafından tanınması kayda değer bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor.

Oslo Barış Süreci’nin estirdiği rüzgarın kısa vadeli sonuçlarından biri de İsrail’in Ürdün ile vardığı 1994 Vadi Arabe Anlaşması olmuştu. Dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin ve Ürdünlü mevkidaşı Abdusselam el-Mecali arasında imzalanan akit doğrultusunda iki ülke arasındaki teknik olarak devam eden savaş hali sona erdirildi. Anlaşmanın en önemli sonuçlarından biriyse günümüzde pek çok aktüel sıcak çatışmaya zemin teşkil eden Kudüs’ün fiili olarak yönetilmesi durumuyla ilişkindi.  Anlaşma doğrultusunda, Ürdün’e Kudüs’teki dini işleri denetleme hakkı verildi. 

İsrail ve Arap Devletleri arasında sulh atmosferine girildiği dönemlerde yaşanan bazı olaylar da olası normalleşme süreçlerinin de sekteye uğramasına yol açtı. Bu olayların başındaysa; barış süreçlerinin İsrail kanadındaki icracısı olan (eskiden genelkurmay başkanlığı da yapmış olan politikacı İzak Rabin’in fanatik bir Yahudi tarafından suikaste uğraması geliyor. Bu suikast daha sonraki yıllarda başta İsrailli siyasetçiler olmak üzere bölgede denklem dışı barış müzakere süreçleri yönetmek isteyen aktörlerin belleğinde yer edinen tatsız bir miras olageldi.

Gittikçe etkisini yitiren Oslo Barış Süreci rüzgarı 21. Yüzyıla girerken yerini umutsuz ve kaotik bir siyasi iklime bırakmıştı. 2000’lerin başında 2. İntifadanın etkilerinin dumanı sönümlenmemiş, Filistin’in meşru temsilcisi olarak konumlandırılan Yaser Arafat’ın hayatını kaybetmişti. Bu sürecin ardından Filistin kanadında doğan otorite boşluğunu doldurmaya en ciddi aday olan Hamas uluslararası meşruiyetten bigane bırakılmıştı. İsrail’in 2005 yılında Gazze’den çekilmesi gibi tarihi kesitleri barındıran bu süreçte ABD’nin ilk siyahi lideri olan Barack Obama da sulh yolunda yeni bir soluk getirememişti.

Ancak bölgede İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki normalleşme adımlarını tetikleyen süreç 2010’un son günlerinde ortaya çıkan Arap Baharı ve sonrasındaki yeni siyasi düzlem oldu. Devrilen ya da işlevsizleşen liderlerin ardında bıraktığı ülkelerdeki otorite boşlukları İsrail’in bölgesel nüfuzunu arttırdı, Arap ülkeleri Filistin-Kudüs davasında somut kazanımlar elde etmeyi bir kenara bırakarak ekonomik ve siyasi çıkarlarına odaklandı, ABD şemsiyesi altında normalleşme adımlarını uygulamaya koydular.

DAMAT SAHNEYE ÇIKINCA- TRUMP DÖNEMİNDEKİ PRO-İSRAİL ABD POLİTİKASI  

Bir önceki ABD Başkanı Donald Trump dönemi tarihe İsrail’in yakın dönemde en somut kazanımların elde edildiği dönem olarak kayıtlara geçti. Trump yönetiminde Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak kabul edilmesi, İsrail’in Batı Şeria’da inşa ettiği yeni yerleşim yerlerine kayıtsız kalınması ve Filistin yönetimine yapılan para yardımlarının kesilmesi gibi hamleler tahterevallideki dengeyi İsrail lehine değiştiren ivmeye yol açtı. Önceki İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile Trump arasındaki iş birliğinin rüzgarını arkasına alan İsrail, bölgedeki aktörlerle olan ilişkilerinde de yeni bir dönemin kapısını aralayacak fırsatları edinme imkanı buldu. Bu konuda (tarihin garip bir cilvesi olarak) ön plana çıkan isimse Donald Trump’ın damadı olan iş adamı Jared Kushner oldu. Yahudi asıllı olan Kushner, İsrail- ABD arasındaki ilişkilerin hükümetler nezdinde daha ileri bir seviyeye taşınmasının yanı sıra İsrail’in bölgedeki Arap devletleriyle olan normalleşme sürecinde aktörler üstü bir danışman olarak pozisyon almayı başardı.  Kushner’ın lokomotifliğinde tasarlanan “Yüzyılın Planı” da İsrail’i herhangi bir rezervden müstesna kılacak şekilde bir devlet olarak tanımlanmasında nihai nokta olacaktı. 2020 yılının Ocak ayında açıklanan plan (şimdilik) akamete uğrasa da ortaya çıkardığı siyasi iklimin yansımaları etki etmeye devam ediyor.

NORMALLEŞME SÜRECİNDE DOMİNO EFEKTİ

15 Eylül 2020’de ABD’nin ev sahipliğinde Beyaz Saray’da imzalanan Abraham (İbrahim) Anlaşması, BAE ve Bahreyn’in İsrail’le normalleşme sürecinin resmiyet kazandığı akit olarak kayıtlara geçti. Bu anlaşmanın ardından Haziran 2021’de İsrail Dışişleri Bakanı Yair Lapid’in resmi ziyaretinde İsrail Abu Dabi Büyükelçiliği resmi açılışı gerçekleştirildi. Bu ziyaret maratonun nihai halkasıysa Aralık ayında İsrail Başbakanı Naftali Bennett’in BAE ziyareti oldu. Resmi olarak bir Körfez ülkesini ziyaret eden ilk İsrail Başbakanı olan Bennett’in adımı bir başka kilometre taşı oldu. Aslında İbrahim Anlaşması’nın mimarı olan sabık Başbakan Binyamin Netanyahu’da bir çok kez BAE ziyareti yapmayı planlamış ancak çeşitli sıcak gelişmeler nedeniyle görev süresinde böyle bir ilke imza atmaya muvaffak olamamıştı.

İbrahim Anlaşmasına imza atan bir diğer Körfez ülkesi de Bahreyn olmuştu. Bahreyn Kralı Hamed bin İsa’nın tarihi bir başarı olarak nitelendirdiği anlaşmanın ardından İsrail’in ülkedeki ilk büyükelçiliği de açıldı.

Sudan Dışişleri Bakanlığı, 23 Ekim 2020’de geçici hükümetin, İsrail’le ilişkileri normalleştirme anlaşmasını imzaladığını duyurmuştu.  Son olarak Fas, İsrail’le normalleşmeye giden altıncı Arap ülkesi oldu. Karşılıklı olarak büyükelçiliklerin açılması konusunda sözlü olarak edilen beyanlar dışında 2021 Kasım ayında gelecekte iki ülke arasında güvenlik ve istihbarat alanında işbirliği için Rabat’ta ön mutabakat zaptı imzalandı. Fas tüm bu gelişmelerin meyvesini ilk olarak Trump döneminde ABD’nin Batı Sahra’da Fas’ın hakimiyetini tanıdıklarına dair bir bildirge imzaladığı açıklamasıyla almıştı. Sürecin artan bir ivmeyle devam edeceğini öngörmek zor değil.

Şüphesiz Arap ülkelerini yöneten rejimlerin İsrail ile normalleşme süreçlerindeki ana motivasyonu, ülkelerindeki rejimlerinin istikbalini güvence altına almak ve kendilerine ABD tarafından sunulan ekonomik girdilerin devamını sağlamak. 1948’den bu yana bölge birçok aktörün izlediği farklı siyasetlerin sahnelendiği bir arena hüviyetinde oldu. Burada altı çizilmesi gereken önemli bir nokta İsrail’in Arap rejimleriyle tarihlerinde hiç olmadığı kadar yakın ilişki kurmayı başarabildiği bir iklime sahip olduğu. Üstelik toplumsal reaksiyonlar da bir şekilde görmezden geliniyor ve ABD’nin uzattığı havuçlar ödül olarak kabul ediliyor.

Muhatabı belirsiz Filistin otoritesinin eksikliği de İsrail’in gücünü arttıran bir diğer etken olarak göze çarpıyor. Filistin halkı 2006 yılından bu yana kendi yöneticilerini seçmekten mahrum. İsrail’in baltaladığı ve tıkadığı demokratik kanalların yokluğunda ortaya çıkan muhatap eksikliği de kendilerinde sorumluluk hissetme duyarlılığı gittikçe azalan Arap liderlerinin daha kolay hareket etmelerine neden oluyor. Bölge sakinleri ve ilgililerin elinde kalansa işgal ettiği topraklar konusunda herhangi bir ödün verme sinyali vermeyen İsrail ile teslim bayrağını çeken Arap rejimleri arasındaki normalleşme adımlarının artan momentini izlemek olduğunu söylemek yanlış bir yorum olmayacaktır.

Bu yazı Emre Karaca tarafından Türkiye Notları dergisinin 21. sayısı için kaleme alınmıştır.