Sadece Ulusal Sosyoloji Kongresi’nin değil Türkiye’de hemen her kongrenin temel yönelimlerinden biri olarak Batılı akademisyenleri konuşturmak şeklinde bir gelenek oluşmuştur. Örneğin Malatya Kongresinde böylesi bir uygulama olurken Batılı akademisyenlere kongreleri açış konuşması yaptırmaları adeta bir gelenek halini almaya başlamıştır. X. Kongrede üç Batılı konuşmacı vardı ve bunlardan üçüncüsünün konuşması, tebliği belirgin bir şekilde farklı ve gelişkindi. Örneğin Türk Sinemasında Modernleşme Eğilimleri başlıklı sempozyum serisi de belirgin olarak aynı özelliklere sahip ve hatta ilk yıllarında yurtdışında doktora yapanların ve yapmakta olanların tebliğ sunduğu bir manzara arz ediyordu. Zaman içinde bu toplantılara, bu sempozyumlara Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi de dahil olmak üzere bazı seçkin üniversitelerin seçkin akademisyenleri katılmamaya başladı. Bu katılmamanın gerekçesi kongreyi “köyümüz sosyal bilim kongreleri” olarak görmeleriydi. Aslında yarattıklarını sandıkları ezikliği bizatihi kendileri Batılılarla akademik temaslarında yaşıyorlardı. Bir anlamda yabancı dilde metin yazma heyecanı ya da mahkumiyeti, zorunluluğu akademisyenleri bu duruma getiriyordu.
Sosyoloji Kongreleri ve Sosyal Bilimler Kongreleri başka etkinliklere göre Türkiye somutuna daha bir yakın. Belki de buna sebep olan hususlardan biri somut araştırmalar ve uygulamalı sosyoloji çalışmalarıdır. Türkiye’de sosyal bilim özellikle siyaset bilim ve sosyoloji alanında bağlamından kopuk teoriyle meşbu bir hale dönüşmüş olması bu tarz çalışmaların önemini daha bir öne çıkarıyor. Her iki kongrede de Türkiye’nin somut sorunlarına yönelik bir ilgi var. Mesele sadece teorinin somut olaylarla bağlantısı kurulmadan çözümlenmeye çalışılmıyor. Tabii az olmayan miktarda toplumla bağlantısı kurulmadan sunulan teoriye boğulmuş muhtemelen sunanın da fazla anlamadığı tebliğler demeti de var. Bu noktada bakınca teorik temeli de hakikaten iyi kotarılmış iki tebliğ fazlasıyla başarılıydı. Bunlardan birinde, Ayşe Aydın’ın tebliğinde ismi de verilmeyen bir siyasi partinin grup konuşmaları “biz ve onlar” ekseninde çözümlemeye çalışıyor ve doğru anlaşılırsa bu noktada partiler arasındaki farkın abartılmamasına gönderme yapılıyordu. Aynı oturumda Gülçin Özge Tan’ın sunduğu demokrasi eksenli bir bildiri hem teorik temelini anlaşılır bir biçimde açımlıyor hem de memleketteki kutuplaşmanın her yanı itibariyle katı nitelendirmelerine mukabil hakbilir sayılabilecek bir değerlendirme yapıyordu. Tabii ki tebliğ sahibinin kendi düşünsel yönelimi de belli oluyordu. Bunlara paralel bir biçimde Mehmet Ali Akyurt’un yönettiği yoksulluk çalışması net bir şekilde hem teorik temelini belirgin bir muhkemlikle kuruyor hem de ayrıntılarla zenginleştirilmiş anlaşılır bir fotoğraf veriyordu. İstanbul Sosyoloji kaynaklı bu sunuşlar bir kurumun uygulamalı sosyolojiye geç yönelmesinin de getirileri olabileceğini gösteriyordu.
Meselenin, sunuşların Türkiye’ye değmesinin en net göstergesi az olmayan sayıda yoksulluk, göç konuları yanında daha az olarak görülen suç sosyolojisi üzerine ciddi tebliğlerin bulunması. Özellikle yurtdışı Türklerin göçleri üzerine oturumdaki tebliğler bariz biçimde gelişkindi. Bir de bunlardan çok daha fazla olarak kongrenin en yoğun bildirileri toplumsal cinsiyet üzerineydi. Hatta suç eksenli müthiş bir bildiri sunan Halime Ünal bu yoğunluktan bahisle toplumsal cinsiyet üzerine yoğun bir ilgi varken bunlar neden suç çalışmaz gerekçesiyle isyan ederken sonra bu temennisini geri alıp onlar buna karışırsa da sahayı koordine edip meseleyi toplumsal cinsiyete kilitlerler dedi. Toplumsal cinsiyet oturumlarında haliyle Türkiye somutundan derin izler vardı. Ancak bu alandaki yaklaşımlar bariz bir biçimde abartılı ve problemliydi. Örneğin açılış oturumundan hemen sonraki toplumsal cinsiyet oturumunda bir akademisyen Adalet Ağaoğlu’nun Dar Zamanlar Üçlemesi üzerinde dururken yazarın feminizme yaklaşımı konusunda bir değini, bir değerlendirme yapmaktan özellikle kaçınıyordu. 1973, 1979 ve 1980’li yılların başlarında yayınlanan bu kitaplardaki anlatımda böylesi bir sorun bulunmamıştı. Türkiye’de sosyal bilim alanındaki metinler arasındaki paralellik en azından milliyetçilik ve muhafazakârlık çalışmalarında sosyal bilimcilerin 1960, 1970’li yılların aydınlarına ve hatta komünistlerine bile milliyetçi ve muhafazakâr yaftasını yapıştırmalarıyla sonuçlanıyordu. Belki de daha seçkin üniversitelerden bu tarz metinler çıkardı. Bir somut örnek Sabiha Sertel’in bile milliyetçi olarak nitelenmesi gibi. Tebliğ sahibi Leyla Erbil’in metinlerini seçse temellendirmeleri daha doğruya yakın olurdu. Kaldı ki Adalet Ağaoğlu kendini kadın yazar olarak değil yazar olarak niteliyordu. En son söylenmesi gereken husus da son günlerin en güncel konusu olan Yılmaz Güney, kadın ve maçoluk eksenli meseleye hiçbir toplumsal cinsiyet eksenli bildiri sunan akademisyenin değinmemesiydi. Demek ki onlar da meseleye Adalet Ağaoğlu üzerine bildiri sunan akademisyen gibi bakıyorlardı. Fazlasıyla uzaktan.
Bir ilginç oturum da elitler üzerine olanı idi. Bunlar arasında en ilgi çeken ikisi, elit yetiştiren liseler ve milletvekilleri üzerine olanlardı. Bazı konuların bütünüyle saptanmasının imkansızlığı doğal olarak çalışmayı sınırlıyordu. Ancak İstanbul Erkek Lisesi, Galatasaray Lisesi, Robert Kolej üzerine olanlar meseleyi anlaşılır kılacak bir fotoğrafa yöneliyordu. Eskilerde daha çok Galatasaray’ın daha belirgin olmasına mukabil zaman içinde İngilizce eğitim yapan lisenin öne çıkması tarihsel bir süreci açıklayacak mahiyettedir. Aslında Türkiye’nin siyaset ve kültür hayatındaki durumu anlamak bakımından bir tarih, bugün açısından da bir tarih öncesinin yazılması ilginç olur. Ahmet Davutoğlu ile İstanbul Erkek Lisesi, Turan Güneş ve Metin Toker’le mebzul miktarda Galatasaray ve Bülent Ecevit ile Altemur Kılıç yanında zengin bir isimler resmigeçidiyle Robert Kolej daha sonraki ek çalışmalardan biri olabilir. Memlekette mebzul miktarda Bourdieu uzmanı olmasına rağmen hassaten bu konuların incelenmemesi ilginçtir. Milletvekilleri üzerine çalışma da önemli olup insana doğal olarak eski çalışmaları da hatırlamaktadır. Bu noktada en ilginç çalışma Frederic Frey’in 1965 tarihinde milletvekilleri, 1920’den 1965 yılına kadarki milletvekilleri üzerine odaklanan The Power Elite kitabıdır. Aslında milletvekillerinin meslekleri üzerinden Türkiye’nin gelişim tarihini yorumlamaya çalışmıştır. Hatta Ahmet N. Yücekök bu metinden kalkarak bir kırk yıllık siyasi tarih yazmayı denemiştir. Haliyle çok yeni dönemde olmasa da Mülkiye’de okuyanların milletvekillerinden kalkan tahliller üzerinde derin etkileri vardır. Daha önceki dönemde de Galatasaray Mülkiye bağlantısı üzerinde neredeyse halk deyişine evrilen bir şekilde kültürel boyutu itibariyle durulmuştur. Roos & Roos’un Managers of Modernization kitabı da bu çerçevede önemli bir metindir. Bakarsın gün gelir Kartal İmam Hatip’in de kültürel çerçevesi ihmal edilmeden incelemeler dallanıp budaklanır. Kartal İmam Hatip Lisesi üzerine kitap olsa da Galarasaray üzerine olmaması ilginçtir.
Sempozyumda mebzul miktarda Batılı sosyologlara, ağırlıklı olarak da son dönem moda olan sosyologlara göndermeler yapılsa da neredeyse hiçbir Türk sosyoloğunun bildiri ana ekseni çerçevesinde yeri olmamıştır. Belki de tek istisnasıyla. O tek istisna da biraz değil fazlasıyla geç bir dönemde sosyologla buluşan akademisyenin bildirisidir. O da sempozyumda sunulmamıştır. Demek ki Türk sosyologları, Türk sosyoloji tarihi, Türkiye’de sosyal bilim alanında özgün düşünce bu coğrafyanın sosyal bilimcilerinin gündeminde yoktur. Zaten Türkiye’deki düşünsel sürecin giderek artan bir biçimde aşamalar kaydetmesi böylesi bir durumla sonuçlanmıştır. Ancak açılış paneli Türk sosyolojisinin gelişimi üzerine olmuş ve orada da konu Türk sosyolojisine, bazılarının tabiriyle Türkiye sosyolojisine teğet geçerek değerlendirilmiştir. Yakında Türkçe sosyoloji tabirinin gündeme girmesi beklenmektedir. Ali Ergur’un altı doldurulması gereken müthiş tespitlerinin yanında Bahattin Akşit tabiri caizse Nuh Nebi’den kalan kendi tespitlerini kısmen değiştirerek tekrarlamıştır. Tespitlerini de 1968 tarihli Azgelişmiş Kapitalizm ve Köylere Girişi ile 1986 yılındaki “Türkiye’de Sosyoloji” makalesinde yazdıklarını özetleyerek yapmıştır. 1986 yılında yazdıkları daha belirgin olarak Türk sosyologlarının yazdıkları üzerinedir. Yapısal tahliller babında Behice Boran’ın yazdıklarını önemsese de kitapta Behice Boran’a ve özellikle Toplumsal Yapı kitabına gönderme yoktur. Daha sonraki metinlerinde de yoktur. Ayrıca Muzaffer Şerif’in metniyle de Mübeccel Kıray’ın ölümünden hemen sonra Sosyal Bilimler Kongresinde Bahattin Akşit’in söylediğine göre kütüphanede karşılaşmışlardır. Ünal Nalbantoğlu’nun ifadesi ise o dönemde Sosyoloji Bölümü’ndeki bir yabancı akademisyenin, antropoloğun kendilerine işaret etmesi üzerinedir. Onların o dönemde Behice Boran’dan etkilenmeleri bizzat onun yazdıkları üzerinden değil Mübeccel Kıray dolayımıyladır. Akşit bunun yanında o dönemde 200 Yıldır Neden Bocalıyoruz kitabından da esinlendiğini fazlasıyla abartarak ve tabiri caizse saptırarak ifade etmiştir. Kitaptan yararlanmasının söz konusu olmaması o kitabı tamamlayan ve sonunda onunla birlikte birleştirerek yayımlanan kitaptan bariz bir biçimde o dönemde de bu dönemde de bihaber olmasından dolayı mümkün değildir. Daha sonra meselenin kültürel boyutuna vurgu yapan sosyologlar hakkında kısa bilgi verirken de Niyazi Berkes’in meselenin kültürel boyutunu vurgulamasını ıskalamaktadır. Böylesi bir durumun anlaşılması açısından ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nün hiçbir döneminde sınırlı da olsa bir Berkes etkisinden söz etmek mümkün değildir.
Haddizatında Behice Boran etkisi de Mübeccel Kıray üzerinden o da kısmen başkalaştırılmış gibidir. Belki de etki en bariz bir biçimde Bahattin Akşit ve İlhan Tekeli üzerinedir. Bu nedenle de Mehmet Ali Akyurt bu kesimi anlattığı metnine başlık olarak “Mübeccel Kıray’ın Mantosundan Çıkanlar” lafzını koymuştur. Ancak o metinde de o mantodan çıkanların daha sonra nerelere evrildiğinden söz etmemiştir. Bahattin Akşit daha sonraki dönemde din meselesi üzerine odaklanmış ve bu odaklanma sürecinde de Şerif Mardin’le onun metinlerine daha bir yakınlaşmıştır. Hatta bu noktada kendilerinin de Şerif Mardin gibi Amerika’daki din eksenli çalışmalardan etkilendiklerini fakat konjonktür nedeniyle Türkiye’de Şerif Mardin’in aksine o doğrultuda metin yazmadıklarını/yazamadıklarını ifade etmiştir. Ancak daha sonra bu alana yönelmiştir. Bu alana yönelmesi de Şerif Mardin gibi olmuş, din eksenli meseleye bakmış ve Berkes gibi meseleyi “kutsallaştırılmış gelenek” ya da gelenek üzerinden düşünmemiştir. Sempozyumdaki bir konuşmacının yaklaşımı da aynı şekilde belirmiş ve dini sosyolojik bir vakıa olarak ele almamanın, onun tarihsel boyutunu ıskalamanın genel ve yaygın bir hal aldığının işareti olmuştur. Nitekim 45 yıl sonra gerçekleştirilen Mimarlık Seminer’inde ilkinin aksine Mübeccel Kıray’ın değil Şerif Mardin’in daha ciddi bir sosyolog olduğu imajı çıkmıştır. Aslında Bahattin Akşit son derece dürüst bir şekilde kendi hayatında yaşadığı üç şoku anlatmış ve kendi düşünsel hayatıyla bunun bağlantısını kurmuş ve doktora sonrasında düşünsel değişimini de açık sözlülükle ifade etmiştir. (Türk Sosyoloji Tarihi, Literatür Dergisi, 2008) Aslında daha sonraki dönemde belki de yeni yönelime uygun bir biçimde youtube programında Habermas’tan Bourdieu’ya Batılı sosyologları anlatmaktan Türk sosyolojisini araştırmaya fırsat bulamamaktadır. Türkiye’ye dair herhangi bir niteleme sorun çıkarmazken Habermas yorumu üzerine tartışma Toplum ve Bilim dergisinin yayın kurulu ve danışma kurulunu 2006 yılında anında değiştirmiştir. Türkiye’nin gelişim dinamiğine fazlasıyla uyumlu olan Bahattin Akşit’in tutumundan farklı bir tavrı vardır Ünal Nalbantoğlu’nun. Nalbantoğlu Mimarlık Semineri’nde Mübeccel Kıray’a Bahattin Akşit’in hayalinden geçmeyecek, geçemeyecek bir tarzda kontra bir soru sormuştur. Onun tasarladığı Akçura üzerine yazma düşüncesi ve doktora tezi Türkiye meselelerinin tarihsel boyutuna daha bir vakıf olduğunu göstermektedir. Bir de ODTÜ sosyolojinin yakın dönem akademisyenlerinin hiçbirinde Ünal Nalbantoğlu ölçüsünde Şerif Mardin’in düşünsel dünyasını açımlama çabası görülmemektedir. (Bkz. Üç Bilim İnsanı) ODTÜ sosyolojinin ikinci kuşak öğretim üyeleri üzerinde Şerif Mardin’in etkisi Mübeccel Kıray etkisinden çok daha fazladır. Sezgin Tüzün’ün bir yazısında ifade ettiği şekilde hiçbir ODTÜ Sosyoloji mensubu Ünal Nalbantoğlu’nun Kıray’dan farkını Mehmet Ali Akyurt gibi açıklıkla ifadelendirmemiştir. (Sezgin Tüzün, “Türkiye’de Sosyal Bilimciysen Verimli Olmak da Zordur, Öğretmek de” Cumhuriyet Fikri, 2024,s.124)
Herhangi bir Türk sosyolog üzerine bildiri olmasa da Çetin Altan üzerine Pınar Aydoğan’ın bildirisi de önemli görülmelidir. Daha önce Yunus Nadi üzerine doktora tezi ve Aydın Yalçın üzerine gelişkin bir metni olan Pınar Aydoğan’ın çalışması arkadaki Türkiye fotoğrafını ıskalamadığı takdirde gelişkin bir mahiyet arz edecek gibi görünmektedir. Türkiye’de siyaset incelemeleri, özellikle geçmişe dönük olduğu zaman özellikle tıkanmaya aday olup, mahkum gibidir. Türkiye’nin yetmiş yıllık tarihi özellikle siyaset bilimciler ve sosyologlar tarafından ıskalanmış görünmektedir. Bunun yanında özellikle bazı aydınlara yapıştırılan kategorik nitelemeler meselenin anlaşılmasını engelleyecek mahiyettedir. Bu nedenle de tam da Çetin Altan’ın Meclis Anıları’nın Doğan Avcıoğlu’na cazip gelmesinin nedenini görememekte, onun Parlamento Dışı Muhalefet (PDM) savunusunun bir buluşmayı gerçekleştirdiğini fark edememektedir. Bunun yanında Aybar’a yönelik eleştirisinin neden kaynaklandığını da çözememektedir. Belki de o kategorik nitelemeler aydınların ömür boyu aynı yerde durdukları şeklinde bir zehaba yol açmaktadır. Yön ile Devrim arasındaki kritik farklardan birine de vakıf değildir. Böylesi çalışmalarda düşünsel değişiklikleri anlamaya çalışmak araştırmaları geliştirir. Eren Yıldırım’ın da koruyucu ve kıyıcı şiddet eksenli İnce Memet ve Rahmet Yolları Kesti karşılaştırılması ise fazlasıyla çalışılmış olmasına karşı basitleştirilmiş karşılaştırma literatürünü temelde sorgulamakta belirgin bir biçimde sınırda durmakta olup önemli zaaflar taşımaktadır.
Aslında olumlu ve olumsuz yanlarıyla bu tarz kongreler üzerinde durulmalı, Ergur’un da söylediği gibi sosyoloji yapma eylemine heyecan katılmalıdır. Ayrıca Türkiye’de yapılagelen sosyolojiye ve Türkiye gerçekliklerine daha geniş yer ayrılmalı ve Türk aydınları ve entelektüelleri üzerine metinler de fazlalaşmalıdır. Daha doğrusu Türkiye’de düşünce üretip üretilemeyeceği ciddi bir şekilde tartışılmalıdır. Bir anlamda da Bahattin Akşit de dahil olmak üzere hemen herkes elli beş yıl önceki haleti ruhiyeye döndürülmeye çalışılmalıdır. 1980’lerde de Akşit sosyoloji ilgisi dolayısıyla doğal olarak Türkiye’de sosyoloji konusuna yönelmemiştir. Doçentlik sınavında şimdi aramızda bulunmayan sosyologların Türk sosyolojisi üzerine soruları üzerine bu konuya yönelmiştir. Belki de daha sonraki dönemde Korkut Tuna’nın ODTÜ kökenli bir sosyoloğa sorması karşısında Ziya Gökalp ve Prens Sabahattin deyip susması örneğindeki gibi. Yani Akşit, Mübeccel Kıray öncesi ve sonrası Türkiye’de sosyoloji konusuna zorunluluktan dolayı ilgi duymuş gibidir.