Türkiye Notları

Fikir Tarih Kültür

H. Hüseyin Bahadır TN AKTÜEL Türk Düşüncesi

Kavramlarla Sosyal Bilim

Günümüz sosyal bilimlerinde bir kavrama odaklanıp onun üzerinden analiz yapmak eğilimi epey yaygın.  Bilimsel gündem de hangi kavramın “moda olduğuna” göre değişkenlik gösteriyor. Bu dediğimizi şöyle somutlaştıralım. Şimdilerin en moda kavramı demokrasi. Buna feminizm, azınlık hakları vb. ilave edilebilir. Ancak feminizm ve azınlık haklarının da demokrasiyle yakın ilişkisi vardır. Öyleyse demokrasi son derece önemli, kilit bir mefhumdur. Kavram odaklı sosyal bilim, dünyanın her tarafında yaygın olduğundan sosyal bilimciye “anonim bir hüviyet” de kazandırır. Efendim Şili’yi, Fransa’yı, Türkiye’yi ve Çad’ı demokratikleşme açısından ele bir sosyal bilimcinin elinde “nesnel” bir ölçüt vardır. Bu ülkeleri demokrasi kavramı ekseninde değerlendiren bilim adamı söz gelimi İtalyan da olabilir. Öyle ya bunda herhangi bir beis yoktur. Bir kere odak noktamız “nesnel”dir. Sosyal bilimcinin bu ülkelerdeki literatürü okumak için dil engeli de yoksa sorun kalmamaktadır. Sosyal bilimci literatürü okur, olayları demokrasi ekseninde yorumlar ve yorumlarını yazar.

Dünyada sosyal bilimlerde geçerli bilgi üretim formu da makaledir. Buna ecnebiler paper diyorlar. Paper yahut makale sınırları öylesine belirlenmiş bir yazı biçimidir ki bunu hastanelerden aldığımız biyokimya raporlarına benzetebiliriz. Neresinin nasıl olacağı kararlaştırılmış, çerçevesi evvelden çizilmiştir. Örneğin sonucu en başta ortaya koyup istatistik bilgileri en son veren bir ‘paper’ın yazarı muhtemelen, hakemden ciddi bir azar işitir. Sosyal bilimci makalede, entelektüel hüviyeti olan bir yazardan çok bilgi sunan bir uzman gibidir. Dolayısıyla kavramı “doğru” tespit edip, analizi “iyi” yaptıysa makaleyi de formuna uygun biçimde yazdıysa sorun kalmamaktadır. Kendi değerlendirmelerinde kimliğinden bir iz bulunmaması, sosyal bilimcinin en önemli başarısı olarak görülmektedir. Şu yukarıdaki tahlil raporlarını hatırlayalım, kaçımız raporu imzalayan biyokimya uzmanının adına dikkat ederiz? Öyle ya, ha benim adım yazmış ha sizin ne fark eder? Önemli olan kandaki şeker oranının kaç çıktığı değil midir?

Sosyal bilimlerdeki bu değişmelerin ona daha fazla bilim hüviyeti verdiği, nazari olmaktan kurtardığı doğrudur. Dünyanın şurasında veya burasında benzer ölçülerle yapılan bir bilimden hareketle dünyayı anlamak kolay görünebilir. Fakat acaba bu iş göründüğü kadar sorunsuz mudur? Birincisi entelektüel kimliğin yerini uzmanlığın sıkıcılığıyla doldurmaya çalışan sosyal bilimci mutlu olabilir mi? Bir zamanların sosyal bilimcisi Şerif Mardin, Osmanlı modernleşmesi ile ilgilendi. Genç Osmanlılardan, Jön Türkler’e kadar uzanabildi. İdeoloji kavramının analizine soyundu. Sonra Türkiye’deki dindarlığa, Said Nursi’ye baktı. Epeyce tarih okudu, çalışmalarını entelektüel ilgisine göre şekillendirdi. Ya günümüzün sosyal bilimcisi? Onun, böyle bir hareket imkânı var mı?  

Zamanımızda sosyal bilimcinin entelektüel kimliği varsa bile bunun, uzmanlığının gerisinde kalması gerekiyor. Çünkü akademik hayat içerisinde ayakta kalabilmek böyle mümkün olabiliyor. O yüzden uzmanlığı onun ayağına takılmış bir prangaya dönüyor. Diyelim ki sosyal bilimci akademik hayata Demokrat Parti’yi çalışarak adım atmış. Bundan sonra bütün ‘paper’ları o dönemle ilgili oluyor. Tarih deyince aklına 1950 ile 1960 arasındaki Türkiye’nin gelmesi isteniyor. Hatta müzik denildiğinde bile o yılların müziğini düşünmesi, onunla ilgili yazması olağan kabul ediliyor. Bundan sıkıldım, bırakıp Baha Tevfik’in edebiyat üzerine yazdıklarını okuyacağım dediğinde kimse kendisini ciddiye almıyor. Biraz abartılı bir benzetmeyle kavramsal sosyal bilim, sosyal bilimciyi işine yabancılaştırıyor. Bu nedenle mekanik bir yapısı var sanki.

Bir başka husus da şu: Kavramsal sosyal bilim zannedildiği gibi en iyi sonuca mı götürüyor bizi? Yukarıdaki sosyal bilimcimiz Birinci Meclis’i çalışıyor olsun. Elbette demokrasi çerçevesinden. Eğer bu işi 1970’lerde yapmış olsaydı yüksek ihtimalle Birinci Meclis’in saltanatçı, hilafetçi, gerici olduğuna hükmedecekti. Doksanlardan sonra yaptığı için bu kez Birinci Meclis’i oldukça demokratik olarak niteleyecektir. Olayların içinde fazla boğulmayıp kavramsal değerlendirmeye gidersek bu hakikaten böyledir. Fakat şu kavramdan biraz gözümüzü kaldırıp İbrahim Tali Öngören’in, Kazım Karabekir’e yazdığı mektuba bakarsak ne demek gerekir?

“Vekiller Heyeti Reisi ve Mustafa Kemal Paşa ve diğerlerinin ağzına bakılırsa fena bir Rus düşmanlığı hüküm sürmekte. Ahmet Muhtar Bey ile dün görüştüm. Yalnız onu zatıalileri ile aynı fikirde mutabık buldum. Milyonlara baliğ olan ve bugün kafilelerle yollarda görülen ve bize İkinci İnönü Zaferini temin eden mühimmatı bahş ve hediye eden Bolşevikler, açıkça yağmacı, eşkıya tabiri ile tahkir olunuyorlar. Mecliste ağzının istikametini göstermekten aciz bir herif toplantıda kalkıyor, ağız dolusu küfürler savuruyor. Dinleyiciler arasında ve Meclis’in içinde bunların casusu olduğu düşünülmüyor. Memleketin Bolşevik olması aleyhtarlığını fiilen ispat ettim ve hizmet ettim. Hiçbir vakit memleketi Bolşevik görmek istemem. Fakat biraz siyasi terbiye ve edep lazım.”[1]

Şimdi buna ne demeli? Tartışma adabı böyle olan bir meclisi demokrasi çerçevesinden ele alıp epey olumlu sonuçlara varabilmek ne derece mümkün? Olaylardan sıyrılıp kavramlara koşan sosyal bilim, hakikati yalnız bir cephe içine hapseder. Oysa Nazım Hikmet’in şiirinde dediği gibi hakikat çok taraflıdır.[2] Epey önemli bir Batı üniversitesinde olsa bile bir sosyal bilim profesörü hakikatin her cephesini kucaklayamaz.   


[1] Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, Örgün Yayınları, s. 425.

[2] Nazım Hikmet, Fakir Bir Şimal Kilesinde Şeytan İle Rahibin Macerası.