Orta Doğu’daki Yeni Siyasi Süreçte AB Kendisine Ne Rol Biçiyor?
Muhammet Nusret Altun
Avrupa Birliği’nin (AB) Orta Doğu ve bölgede devam eden krizlere yaklaşımı ve etkinliği hem gücü hem de bölgedeki ülkelerle kurduğu ilişkilere nispetle oldukça kadük kalmaktadır. Her ne kadar bölgedeki insani yardımların en büyük donörlerinden ve ticaret partnerlerinden olsa da AB ülkelerinin Orta Doğu’ya dair farklı politikaları ve yaklaşımları AB’nin de ortak bir karar almasını zayıflatmakta ve bu durum da Birliğin uluslararası siyasetteki etkinliğine ket vurmaktadır. Orta Doğu özelinde ise AB daha önce giriştiği birkaç arabuluculuk ya da çözüm amaçlı iş birliğinde yetersiz kalmıştır. Bu durum da Birliğin, günümüz Orta Doğu politik dengelerini ve değişen siyasi ortamı doğru şekilde anlamasını ve buna göre ortak bir strateji oluşturmasına engel olmaktadır. Nihayetinde AB, ABD Başkanı Biden sonrası değişen ve güç boşluğunun ortaya çıktığı Orta Doğu siyasetinde etkili olma taraftarı olmakla birlikte deyim yerindeyse “kuvveden fiile çıkamamaktadır”. Bu durumu daha iyi anlamak için AB’nin Orta Doğu’da etkin olma çabalarının en önemli örnekleri üzerinde durulacaktır.
Filistin-İsrail sürecinde arabuluculuk ya da ortaklığın açmazı
AB’nin Orta Doğu’da kendi gücünü ve etkinliğini göstermeyi amaçladığı temel meselelerden birisi Filistin-İsrail anlaşmazlığında iki devletli çözümün sağlanması için gösterdiği arabuluculuk çabalarıdır. AB, 2016 yılı OECD verilerine göre Filistin’e en çok yardım yapan uluslararası ülkelerden birisidir ve 1980 yılındaki Venedik Deklorasyonu ile Filistin’in ülke olarak yasal haklarını tanıdığını ilan etmiştir. AB aynı zamanda iki devletli çözümün Birleşmiş Milletler tarafından belirlenen 1967 sınırları ile mümkün olacağını ve bu sınırları kendisinin de tanıdığını açıklamıştır. 2002 yılında da Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikaları (AGSP) kapsamında bir askeri barış gücünü bölgede görevlendirmiştir.
Ne var ki, bunların hiçbirisi İsrail’in bölgede bir ticari ve stratejik partner gördüğü İsrail’in insan hakları ve uluslararası hukuk ihlalleri yapmasına engel olamamıştır. AB yöneticileri her ne kadar defaatle İsrail’in yaptığı yasadışı yerleşimleri ya da Filistin topraklarındaki diğer hak ihlallerini tanımadığını resmi olarak açıklasa da, İsrail’le başta tarım, ulaşım, altyapı ve bunun gibi birçok anlaşmayı imzalamaktan da geri kalmamıştır. Bu da AB’nin bölgede etkin olmasının en önemli sebeplerinden birisidir. Elbette bunda, 27 AB üyesinin de Orta Doğu ile ilgili farklı geçmişlere sahip olması önem arz etmektedir, çünkü AB, kendi çatısı altındaki ülkelerin ulusal politikalarını engelleyememekte veya bunlara göz yummaktadır. Örneğin, bu yılın mayıs ayında başlayan çatışmalarda Macaristan gibi AB ülkelerinin şerh koyması nedeniyle ortak bir resmi AB bildirisi yayınlanamamış, AB adına açıklama Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Joseph Borrell’den gelmiştir.
Orta Doğu’nun aynasında havuç mu sopa mı geçerli olacak?
AB’nin Orta Doğu’da etkin olmaya çalıştığı ülkelerden birisi de Lübnan’dır. Birlik, ülkede kendisini kanıtlamak ve belki de bu ülke üzerinden tüm bölgedeki etkinliğini artırmak için çabalar üretmektedir. Fakat bu konuda AB’nin Lübnan’da kalıcı bir hükümetin tesisinde ne derece rol oynayabileceği (elbette Fransa’nın yönlendirmesi ve etkisi altında) ya da daha önceki siyasi elitlere yönelik havuç ya da sopadan hangisini uygulayacağı da Birlik yöneticileri içinde dahi tartışılan bir konudur. Henüz daha çözüme kavuşturulamayan Lübnan bilmecesinin AB için hem üye ülkesi Fransa ile diğer aday ülkeler arasındaki ihtilaflar hem de AB’nin uzun yıllardır sürdürdüğü Lübnan politikasının geleceği için önemli bir eşik olduğu açıktır. AB Yüksek Temsilcisi Borrell de ağustos ayında yaptığı bir açıklamada Lübnan’daki hükümetin ve sürecin bir an önce sağlıklı temellere oturtulması gerektiğini vurgulamıştı.
AB’nin Lübnan’daki krizin yeni bir göç dalgasına neden olacağı korkusu da Orta Doğu’daki dönüşüm sürecini yakından takip etmesinin bir diğer sorunudur. AB liderleri bu nedenle Lübnan’a ayrı bir önem verdikleri gibi, ülkedeki artan kriz ve sorunların çözümünü Fransa’nın da etkinliğ ile AB Dış Politikasının temel meselelerinden birisi haline getirmiştir. Lübnan’daki sorunların çözümünde AB’nin oynayacağı rolün, Birliğin Orta Doğu’da bundan sonraki etkinliğinin de bir yansıması olacağı değerlendirilmektedir.
Orta Doğu’daki siyasi dönüşümün seyircisi mi aktörü mü?
AB’nin önümüzdeki birkaç sene içerisinde Orta Doğu’daki varlığını ya da süregelen yetersiz arabulucu rolünü belki de en çok etkileyecek gerçeklik, aslında İsrail’in Trump’ın son başkanlık yılı içerisinde Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün ve Mısır ile yaptığı normalleşme anlaşmaları ile başlayan ve Joe Biden’ın yeni ABD Başkanı olması ile farklı bir boyuta giren dönüşüm süreci oldu.
Trump’ın yönlendirmesi ve cesaretlendirmesi ile başlayan süreç, Biden’ın Orta Doğu yerine ilgisini Çin’in gücünü dengeleme amacıyla Asya-Pasifik’e çevirmesi ile bölge ülkeleri için de yeni bir gerçeklik ortaya çıktı. Bu durum, Suudi Arabistan, BAE ve Katar arasındaki normalleşme sürecinin yanında Türkiye-BAE arasındaki ilişkilerin restorasyon sürecine girmesi ve BAE’nin İran ile de bir diyalog kanalı kurması ile devam etti. Bu noktada AB, başta Arap ülkeleri ile İsrail arasındaki anlaşmaları olumlu karşıladığını belirttiği gibi, iki devletli çözüme olan vurgusunu da eksik bırakmadı. Fakat AB’nin bu açıklamaları ve sürece yönelik tavrı neredeyse bir etkinliği izleyen ve kendisine söz verildiğinde birkaç kısa açıklama yapan seyirciden farksız oldu.
Şimdi ise, AB’nin önünde kendi dış politikası için atlanması gereken önemli bir eşik bulunuyor. Birliğin, ABD’nin yüzünü Çin’e döndüğü ve Orta Doğu’yu adeta ikinci plana attığı bir dönemde, körfezde başlayan normalleşme sürecini desteklemek, Filistin-İsrail meselesindeki arabuluculuk rolünü güçlendirmek ve Filistin’in haklarının uluslararası arenada tanınması sürecinde aktif olmak gibi birkaç fırsat bulunuyor. Açılan bu fırsat penceresini doğru değerlendirmek AB’nin gücünü ve saygınlığını artırabileceği gibi, kendi açısından muhtemel göç ve terörizm dalgalarını önlemek böylece iç politikasındaki aşırı sağ ve radikal hareketlerin de önünü kesmek gibi bazı avantajlar da barındırıyor. Elbette ABD, transatlantik ittifakının diğer sacayağı AB’yi Rusya ve Çin’e karşı kendi safında görmek istiyor ama AB’nin bu iki ülkeyle kurduğu siyasi ilişkilerin Washington’ı rahatsız ettiği şüphe götürmez. Ancak, AB yöneticileri Orta Doğu’da ABD çizgisinde ve hatta gölgesinde bir politika yürütmeyi de kendi çıkarlarına uygun görüyor. Bunun ise kendisini bir seyirciden öteye götürmeyeceği, sahnedeki rolü almasına yardımcı olmayacağı bir gerçek. Önümüzdeki süreç, AB’nin kendi dış politikasını ne kadar kendi çıkarlarına uygun idame ettirebileceğinin ve hangi politika enstrümanlarına sahip olduğunun da bir bakıma ortaya çıkacağı süreç olacak.
Bu yazı M. Nusret Altun tarafından Türkiye Notları dergisi için kaleme alınmıştır.