Türkiye Notları

Fikir Tarih Kültür

Emre Karaca Uluslararası Politika

Çevre Krizinin Çağdaş Mağdurları: İklim Göçmenleri

Emre Karaca

21. Yüzyıl gezegenimizi ilgilendiren bazı sorunların da çarpan etkisiyle büyüdüğü bir dönemin başlangıcı oldu. 19.yüzyılda İngiltere’de yoğun kömür kullanımının gökyüzünün rengine ve yağış rejimlerine olan etkisinden bu yana artan bir devinimle insanlık doğaya zarar vermeye devam etti. Her ne kadar bazı kesimler tarafından yok sayılsa da küçümsense de çevre tahribatı ve iklim krizi yadsınması her geçen gün zorlaşan bir fenomen olarak vücut buluyor. Çevre sorunları temelli doğal afetlerin, şiddetini ve tesir ettiği alanı gittikçe arttırması artık iklim odaklı tartışmaları gündelik hayatın içine daha da soktu.

Bu sorunlar geçmiş dönemlerde daha dar bir zümrenin ve hatta marjinal addedilen kesimlerin ana gündem maddesiyken artık devletler ve kurumlar nezdinde en büyük konu başlıkları arasında yer buluyor. Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren uluslararası toplantılar düzenlenerek belli bir çerçevenin global olarak benimsenmesi yönünde bir gayret- en azından kağıt üstünde- mevcut. Bunun son yıllardaki en önemli nirengi noktalarından biri Paris İklim Anlaşması’ydı. 2015’de imzalanan anlaşma küresel ısınmanın sanayi öncesi dönemlerdeki sıcaklık değerlerinin 1,5°C üzerine ulaşmasının geri döndürülemez bir çıta olacağını kaydediyordu. Her derece artışı ekosistem için geri döndürülemez riskler barındırdığının net bir şekilde altı çizilmişti. Büyük devletlerin ilk kez taşın altına bu denli sokmasıyla dünya genelinde çevre duyarlılığı yüksek kesimler nezdinde umutlar artmıştı. Beraberinde pek çok ihtilaflı noktayı da barındıran bu yeni vizyon çok daha kapsamlı bir değerlendirmeye muhtaç, ancak bu devletler arası böyle bir aktın imzalanması bile genel duyarlılığın geldiği nokta hakkında bize ipucu vermektedir.

İKLİM GÖÇMENLERİ KİME DENİR?

Artan çevre tahribatı insanoğlunun yepyeni temaları da gündemine sokmasını zorunlu kılıyor.
Küresel ısınmanın literatüre yeni soktuğu kavramsa: İklim göçmenleri. İklim değişikliği insanların hayatına gittikçe artan bir volümde tesir ediyor. Artan sıcaklıklar, eriyen buzullar, yükselen su seviyeleri yaşamı dayanılmaz kılıyor. Momentum değişmezse yaklaşık 50 yıl içerisinde 1 milyar insanın iklim mültecisi olabilme ihtimali bulunuyor. Doğal afetlerden, sıcaklık değişimlerinden etkilenen insanlar yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalıyor. Yaklaşık 100 yıl önce “Mülteci” tanımı kavramsallaştırıldı ve 1950’de Mülteciler Yüksek Komisyonu kuruldu. 1951’de Cenevre Konvansiyonu’yla bazı göçmenlere ‘mülteci’ statüsü verilmesi, göçün hukuksal bir zemine kavuşmasına sebep oldu. Bugün dünyanın pek çok yerinde siyasal sebeplerden ötürü çeşitli kamplarda, ülkelerde yaşamak zorunda kalan milyonlar mevcut. Bu göç dalgalarına ve zorunlu ikamet değişikliğine çevresel nedenlerle itilen insanlarsa ‘iklim göçmeni’ olarak anılıyor.

İsviçre merkezli İç Göç İzleme Merkezi’ne göre 2018 yılında 17 milyondan fazla insan doğal olaylar kaynaklı olarak göç etti. Kurak alanların artması, tahrip edilen yaşam alanları insanları yerinden ediyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR), şimdiye kadar bu insanlara mülteci statüsü vermeyi reddetti, bunun yerine onları “çevre göçmenleri” olarak tanımladı.

Mülteci kelimesinin hukuki bir statü belirleyen bir ifade olması sebebiyle iklim değişimi kaynaklı göç edenlerin nasıl adlandırılacağı da tartışılan bir soru olmuştur. Ancak genel kabulde ilk kez 1985 yılında Essam El-Hinnawi tarafından “enviromental refugee” olarak tanımlanan göçmenler yaşadıkları bölgeyi bir süre ya da kalıcı olarak terk etmek zorunda kalan insanları nitelemişti. Bu kümedeki insanlar daha sonraki yıllarda göç etmeye devem ettiler.

İKLİM GÖÇÜNÜN ÜS NOKTALARI

Bazı ülkelerde vakalar somut sonuçlarını çok hızlı gösteriyor. Örneğin Bangladeş’te her yıl 500 bin kişi iklim kaynaklı sıkıntılar nedeniyle göç ediyor. Bangladeş, kilometrekaresine düşen nüfusta en yoğun ülke olarak (nüfusu yaklaşık 165 milyon) tarım alanlarına dayanan yerleşim yerleriyle büyük tehdit altında yaşayan bir ülke. Bu alanların sular altında kalma ihtimalinin her geçen gün artması riski ve göçü beraberinde getiriyor. Küresel ısınma beraberinde yükselen suları getiriyor ve yaşam alanlarından kopan milyonlarca insan sebebiyle yönetilmesi çok zor olan bir insani krize karşı ülkeyi savunmasız bırakıyor. Ülke tarihinde 1974 yılında doğal afet sonucu 300 bin insan hayatını kaybetmiş ve ardından siyasi aktörleri değiştiren süreç başlamıştı. Bangladeş örneği iklim krizinin bir ülkeyi nasıl bir siyasi kriz içine sokabileceğini kanıtlıyor.

Sahel Bölgesi olarak tanımlanan, Kuzey Afrika’nın altını kapsayan bölgede temiz suya erişimin son derece sınırlı olması göçü zorunlu kılmaktadır. Bir diğer kritik yer de Mısır. Artan sıcaklıkların Nil Nehrindeki su kaybının yüzde 90 seviyelerine ulaşma ihtimaline projeksiyon yapmaktadır. Giderek çölleşen alanların artması büyük bir nüfus kitlesine sahip ülkede büyük ölçekli göçlere kapı aralamakta.

Orta Amerika’da yer alan ülkeler de iklim sorunlarında doğrudan mustarip bulunuyor. Özellikle ilgili kuşakta kasırgaların artan volümü ve tahribat oranı bölgede alarm sinyallerinin artmasına yol açıyor. 1998’de Mitch Kasırgası sonrası Meksika’dan ABD’ye doğru başlayan iklim göçü, siyasi ve sosyolojik koşulların yanı sıra iklimin bozulmasının da bu rotadaki hareketliliğe katkı sağlamasına neden olmuştur. Her yıl 1000 kilometrekare alanın çölleşme sonucu kaybeden Meksika’da da risk seviyesi en üst noktada konumlanıyor.

İklim temelli sıkıntılar domino etkisi yaparak ekonomik sıkıntılara da eviriliyor ve ülkelerin içerisinde bulunduğu sorunları daha da çözülemez kılabiliyor. Bu bağlamda örnek ülkelerden biri de Suriye. Ülkenin talihsizliğini en iyi şekilde aktaran alıntılardan birini dönemin Dışişleri Bakanı John Kerry’nin kaydetmişti. Kerry, Suriye tarihinin en kurak dönemiyle iç savaşın aynı döneme denk gelmesinin tesadüf olmadığını vurgulamıştı. Nitekim dönemin ABD başkanı Barack Obama da aynı sebeplerinin altını çizerek ayaklanmaları nedenselleştirmişti. İklim temelli yaşanan ekonomik sıkıntılar Suriye’deki çatlakların büyümesine zemin hazırlamış, mezhepsel gerilimlerin de su yüzüne çıkması milyonlarca insanın hayatını etkilemişti.


Bir diğer iklim mağduru bölge olan Okyanusya’daki bazı ülkelerin (Kiribati, Tuvalu gibi) bu yüzyıl içerisinde tamamen sular altında kalması bekleniyor. Resmi olarak dünyanın ilk iklim değişikliği temelli olarak “mülteci” statüsüne sahip ismi olma payesini ise Okyanusya bölgesinde yaşayan Ioane Teitiota ismindeki bir Kiribati vatandaşı almak üzereydi. Kendisi evinin yükselen deniz seviyesi nedeniyle tehdit altında olduğunu iddia ederek Yeni Zelanda’ya sığınma talebinde bulunmuştu. Ancak Yeni Zelanda bu başvuruyu reddetti. Ardından Birleşmiş Milletler’e taşınan bu vakada karar bir kez daha Teitiota’ın aleyhine oldu. Ancak BM kararında spesifik olarak bu başvuruyu reddederken Kiribati’de durumun aciliyet taşamadığını ve acil bir vaka halindeyse sığınma talebini reddetmenin insan haklarının ihlal edilmesine zemin hazırlayabileceğini belirtmişti. İlerleyen yıllarda artan vakalarla birlikte hukuki boyutta buna benzer vakaların daha fazla yaşanmasını kaçınılmaz kılacaktır.


İKLİM GÖÇMENLERİ GÜVENLİK SORUNU MU?
İklim göçü artık uluslararası ilişkiler disiplinlerinde de çalışma alanı olarak yer bulmaya başladı. Bu momenti güvenlik ekseninde ele alan bir yaklaşım tarzı da mevcut. Pek çok araştırmanın gösterdiği veriler milyonlarca insanın yakın gelecekte çevresel koşulları mağduru olarak yollara düşeceği yönünde. Bu sorunun artık halı altına süpürülmesi çok zor ve daha yapıcı önlemler masada olmak zorunda. Bu noktada bilimsel arayışlar da devam ediyor. Geleneksel metotların ve reçetelerin cevap veremediği bu yeni ‘sorun’ yeni bir bakış açısıyla değerlendiriliyor. Yeni sorunlar ekolojik merkezli bir güvenlik yaklaşımıyla ele alınıyor.

2007’de Avrupa Birliği tarafından yayımlanan raporda artan iklim temelli göçlerin ülkelere olan potansiyel tehdit unsurları değerlendirmeye alınmıştı. Şimdiye kadar görülen örneklerde özellikle gelişmiş ülkeler ve yapılar (AB gibi) bu konuda tedbir- önlem odaklı bir perspektif geliştirdiler. Bu yaklaşımın büyük resmi doğru müşahede etmekten uzak olduğunun bir realite olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Günümüzde atılan bencil adımların ileride daha ciddi sorunlara zemin hazırlayacağını söylemek müneccimlik olmayacaktır.

Henüz 20. Yüzyılın başlarında dahi insanlığa yönelik uyarılar kamuoyuna yansımaya başlamıştı. İngiliz bilim insanı Guy Callendar 1890-1935 yılları arasını kapsayan araştırmasında Dünya’nın yarım derece ısındığını ortaya koymuştu. Bu tür araştırmaların daha bilimsel ve faydalı bir kılavuza evirilmesi için yüzyılın ortalarına ulaşmak gerekecekti. İnsanlık tüm bu alarm zillerini uzun yıllar görmezden gelmenin faturasını ödemeye başladı bile. Sanayi Devriminden bu yana daha fazla karbondioksit salınan, fosil yakıt tüketilen bir yaşam tarzının dünyayı daha da yaşanılamaz kılacağı gerçeği artık daha somut bir şekilde karşımızda duruyor. 2014 yapımı bilimkurgu filmi Interstellar’da yaşanılamaz kılınan Dünya’dan çok uzaklara bir yeni yaşam alanı arayışı ele alınıyordu. Filmin başrol oyuncusunun bu arayışı başka diyarlarda sürdürmesi bile göç olgusunu ülke içi, komşu ülke rotasından çıkarıp başka gezegenlere taşınabileceğine dair ütopik bir modelleme olarak görülebilir. Yaşam alanlarını dayanılmaz kılan insanoğlu çok da uzak olmayan bir gelecekte milyonlarcasının yollara düşeceği bir geleceğin de zeminini hazırlamış olabilir.

NOT: Bu yazıyı hazırlarken diğer kaynakların yanı sıra Fatih Bilal Gökpınar’ın ‘21. YÜZYILDA YENİ BİR GÜVENLİK SORUNU: İKLİM MÜLTECİLERİ’ başlıklı tezinden oldukça faydalandığımı not düşmek isterim.

KARACA, Emre (1990, Bursa) Lisans eğitimini 2016 yılında Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamlamıştır. 2018 yılındaysa Exeter Üniversitesi’nde Politics and International Relations of the Middle East Bölümü’nde yüksek lisansını tamamladı. Medya sektöründe çalışıyor.