Mecnun ile bahsetmeye gitti ukalâmız
Var ânâ kıyas eyle, ne söyler budalamız!
Keçeçizade İzzet Molla
Türkiye’nin düşünsel iklimini görmek bakımından Niyazi Berkes ile Cemil Meriç’e bakmak hayli öğretici olabilir. Elif Türkislamoğlu, “Türkiye’nin Batılılaşma Tarihine İki Farklı Bakış Niyazi Berkes Cemil Meriç” isimli kitabında tam da bunu yapmış. Batılılaşma meselesini ele alırken merceği her ikisinin düşünsel serüvenine doğru tutmuş. Tabi bu bakış bir Türkiye tablosu çıkarmış meydana. Buyurun bir alıntı yapalım kitaptan: “ Cemil Meriç 1975 yılında Tercüman Gazetesi’ne verdiği bir röportajda düşünce hayatını dönemlere ayırarak bir şemasını çizer. Buna göre 1917-1925 arası ‘hacı hoca’ olmak istediği ‘koyu Müslümanlık devri’, 1925-1936 arasını ‘şoven milliyetçilik’, 1936-1938 dönemini ‘sosyalist devrim’, 1936-1960 ‘araf’, 1960-1964 arasını ‘Hind’ devri, 1964 sonrasını ise ‘sadece Osmanlıyım’ şeklinde anlatır” (syf. 178).
Meriç’in düşünsel serüveni hakikaten baş döndürücüdür. Yetmiş bir yıllık ömre bütün bu düşünsel gelgitleri sığdırabilmek fazlasıyla gerilimli ve yorucu bir hayat yaşamak demektir. Fakat diğer yanıyla hiç de yabancısı olmadığımız bir hikâyedir. Hepimiz, hayatımızın bir döneminde koyu Müslüman, sosyalist, milliyetçi, Osmanlıcı veya başka bir şey olmuş, Meriç’inkine belki az belki çok benzer savruluşlar geçirmişizdir. Öyleyse Meriç’in hikâyesi hepimizinkinden bir parça taşıyor denilebilir. Peki ya Berkes? Onun, Meriç’e göre düşüncel savruluşu daha azdır. Lakin onun hayatında da fırtına içeriden değil dışarıdan eser. Üniversiteden kovulması, yurt dışında yeni bir hayat kurması, memleketten uzak da olsa zihninin buralarda olması…
Kitapta İslamoğlu’nun değindiği hayli ilginç bir nokta vardır. Berkes’in Londra’daki kütüphanesindeki kitapların çoğu Türkçedir ve kitaplar Türkiye ile ilgilidir. Oysa Meriç’in İstanbul’daki kitaplığının bir Fransız münevverinin kitaplığından farkı yoktur. Sadece bu bile doğu ile batı arasındaki o garip sarkaçta sıkışmış insanların bir örümcek gibi kendi ağlarını kendilerinin örüşlerine örnek değil midir? Fakat buna rağmen kategorize edilirler. Meriç tez elden muhafazakâr olur, Berkes solcu. Oysa bu solculuk denilen şey enternasyonel olmakla ilgili değil midir? Muhafazakâr ise alıştığı değerleri değiştirmeyen adam sayılamaz mı? Şayet öyleyse İstanbul’da Fransız kitaplığı bulunduran mı, yoksa Londra da Türk kitaplığı bulunduran mı muhafazakârdır? Neyse bunlar epey karışık işler.
Meriç ile Berkes’in başına gelen Akif ile Fikret’in de başına gelmemiş midir? Hem de Meriç anlatmıştır bunun da hikâyesini. Akif Türkiye’de “sağ”dır, Fikret ise “sol”. Oysa Akif şiirine toplumsal meseleleri konu edinir, Fikret ise bireysel sorunları. O zaman ikincinin sağ, birincinin sol olması gerekmez mi? Yahut bütün kategorileri bir kenara bırakıp bu adamların yazıp çizdikleriyle temas etmek gerekmez mi?
Elif Türkislamoğlu’nun kitabının bize gösterdiği en önemli noktanın bu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Berkes, çağdaşlaşma adını verdiği toplumsal dönüşümün destekleyicisidir. Onun temel derdi gelenek iledir. Geleneğin toplumsal hayatın her alanına sinmiş olmasını çağdaşlaşmanın önündeki büyük engel olarak görür. Berkes’in önemsediği çağdaşlaşma Meriç için kaypak bir kelimedir. Berkes’in muzdarip olduğu gelenek ise Meriç için baş tacıdır. Peki niye böyledir? İşte Türkislamoğlu kitabı boyunca bu sorunun peşine düşer. Bunu yaparken de modernleşme tarihimizin bir fotoğrafını verir. Üniversitemiz neden böyledir, düşünce hayatımız niye kısırdır, sağ ve sol birbirine karşı niye kör ve dilsizdir? Hülasa Türkislamoğlu’nun kitabının bize öğrettiğini tek cümleyle özetlersek: Soruna soru çok sormayana bir şey yok.