Türkiye’nin jeopolitik kimliği Soğuk Savaşın sona ermesinden beri değişim halindedir. Demokratikleşme için toplumsal baskılar başlangıçta Avrupa entegrasyonuna olan halk desteğini harekete geçirirken, görünürde ki uyumsuz kimlik anlatıları ve yükselen İslamofobi bu entegrasyonu giderek daha zorlaştırdı. Arap Baharı bağlamında Türkiye’nin demokratikleşmeye sesli desteği bu çelişkileri ön plana çıkardı. Temmuz 2013’te Mısır’da gerçekleşen darbe Türkiye için bir dönüm noktasıydı ve Batılı güçlerin çok farklı pozisyonlar benimsemelerinde kilit rol oynadı. Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) Temmuz 2015’te saldırısı ve Temmuz 2016’da yaşanan başarısız darbe teşebbüsü, tüm diğer hususların üzerinde acil güvenlik tehditleri yarattı: Türkiye, Rusya ile yakınlaşmaya çalışırken, Mısır ve Suriye’de ki askeri diktatörlüklere karşı olan muhalefet güçlerine verdiği desteği kademeli olarak azaltmıştır.
Türkiye’nin Arap Baharı ve Suriye iç savaşına dahil olması, 2000’lerde Türkiye’nin etkileyici demokratik ilerleme[1] ve ekonomik büyüme kayıtlarının, ülkenin büyük Ortadoğu’daki potansiyel demokratikleştirici etkisi ile ilgili yurtiçinde ve uluslararasında dikkate değer bir iyimserliği körüklediği bir zamanda başladı. Bu sıklıkla ‘‘Türk modeli’’[2] olarak tartışıldı. AB’nin 2005’ten sonra üyelik müzakerelerini sürdürme konusundaki isteksizliğini göz önünde bulundurulduğunda, Arap Baharı, Türkiye’ye yeni kurulan demokratik kimliğini yeniden doğrulama ve Orta Doğu’da demokrasinin öncü savunucusu olma fırsatı verdi. Bazı AB üye ülkeleri, kısmen İslamofobik kamuoyu ve dinin toplumdaki rolü konusunda ki farklı yasal ve normatif görüşler nedeniyle Türkiye’nin üyeliği konusuna şüphe ile yaklaşmaktaydılar. Bunlara sünnetin yasaklanması girişimleri, başörtüsü, minareler, hayvan kurban etme ritüelleri üzerine gerçekleşen bazı AB üye ülkelerindeki tartışmalar kanıt olarak gösterilebilir. Buna karşılık, Arap Baharı, Ortadoğu’da, bilhassa Türkiye’deki dindar ve muhafazakâr Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetine hitap etmesi beklenilen ve İslami dini uygulamalar ile daha kolay bir şekilde uyum sağlayacak yeni demokratik yönetim biçimleri vaat etti. Bununla birlikte, ABD ve diğer büyük Batılı güçler, Mısır ve Suriye’de ki demokratikleşmeye olan desteklerini kademeli olarak geri çektiler ve Türkiye’yi demokratik olmayan bölgesel güçlerle dolu tehlikeli bir mahallede bir başına bıraktılar. Oldukça iddialı olan Mısır ve Suriye’deki otoriter diktatörlüklerin yönetimden uzaklaştırılması hedefi Türkiye’nin düşünsel ve maddi yeteneklerinin çok ötesindeydi. Dahası, Kürt sosyalist Kürdistan İşçi Partisi (PKK), Temmuz 2015’te Türkiye’ye karşı “Devrimci Halk Savaşı” ilan etti ve bu süreçte PKK ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında 1990lardan sonra ki en kanlı savaş dönemi yaşandı.[3]
Sorunları daha da kötüleştiren ise PKK’nın Suriye kolu olan Demokrat Birlik Partisi’nin (PYD) Amerika’dan destek alması ve Amerika’nın birincil vekili olarak görülmeye başlamasıydı. Bu Türkiye-Amerika ilişkilerinde derin bir kriz yarattı. Bu nedenle, iç tehditler dış tehditleri aştı ve yakın ulusal güvenlik kaygıları, Türkiye için diğer dış politika hedeflerinden öncelikli hale geldi. Sonuç olarak, Türkiye 2016 yazı itibari ile birlikte Suriye çatışmasında ani bir etki ile Rusya ile yakınlaşma başlattı. Ayrıca 15 Temmuz 2016’da gerçekleştirilen başarısız darbe girişimi Suriye konusunda Rus-Türk yakınlaşmasını hızlandırdı.[4] Son olarak, Türkiye Ağustos 2016’da Özgür Suriye Ordusunu (ÖSO) desteklemek için Fırat Kalkanı Operasyonu olarak isimlendirilen askeri operasyonu başlattı. Fırat Kalkanı, Türkiye ve ÖSO’yu Suriye’de ki öncelikleri Rusya ve ABD’den oldukça farklılaşan “üçüncü bir kutup” konuma yerleştirdi.
Türkiye’nin Değişen Jeopolitik Kimliği ve Demokratikleşmesi
Türkiye’nin jeopolitik kimliği Soğuk Savaşın sona ermesinden bu yana akış içindedir. Üç yüzyıldan fazla bir süredir ilk kez, Rusya ve Türkiye ortak bir kara sınıra[5] sahip değiller. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Gürcistan’ın Rusya ile Türkiye arasında tampon devlet olarak ortaya çıkması ile birlikte, Türkiye için en önemli ve acil ulusal güvenlik tehdidi ortadan kalktı. Bu tarihi olayın, Türkiye’nin jeopolitik kimliği için muazzam sonuçları oldu ve bu mübalağa edilemez. İngiliz-Osmanlı ve Alman-Osmanlı ittifaklarından Amerikan-Türk ittifakına kadar ki dönemde olan Türkiye’nin dış politikada ki “batı” yönelimi Rus veya Sovyet yayılmacılığını dengelemeye ve onu sınırlandırmaya dayanıyordu. Rusya’nın Kafkasya’nın kuzeyine çekilmesiyle birlikte, Türkiye’nin batı yöneliminin birincil jeopolitik nedeni de ortadan kalktı. Dahası, 1987’de Türkiye’nin Avrupa Topluluğuna ilk üyelik başvurusu (daha sonra AB olarak yeniden adlandırıldı) iki yıl sonra reddedilirken, AB, eski komünist Doğu Avrupa ülkelerinin çoğuna resmi aday statüsünü ve nihayetinde ise üyelik verdi.
Bu şartlar altında Samuel Huntington ufuk açıcı makalesinde “Mekke’yi reddetti ve sonra Brüksel tarafından reddedildi, Türkiye nereye bakıyor? Cevap Taşkent olabilir”[6] sözleri ile tavsiye de bulundu. Nitekim, 1990’ların başındaki “Adriyatik Denizi’nden Çin Seddi’ne Türk dünyası” popüler sloganı ile en iyi şekilde özetlenen iddialı bir pan-Türk söylemin benimsenmesiyle Türkiye, Orta Asya’daki Kafkasya’da Rusya’ya karşı meydan okudu fakat bunda başarılı olamadı.[7] 1993’te Azerbaycan’ın Türkiye yanlısı başkanı Ebulfez Elcibey’e yapılan askeri darbe, Rusya’nın Sovyetler sonrası Türk cumhuriyetleri üzerindeki rakipsiz etkisinin en göz alıcı belirtisiydi. Bu, Bu Azerbaycan’ın ekonomik, etno-kültürel, coğrafi ve dilsel olarak Türkiye’ye en yakın olan Sovyet sonrası Türk Cumhuriyeti olması nedeniyle -ki hala öyle- özellikle dikkat çekicidir.
Kafkasya ve Orta Asya’daki rekabetin gösterdiği gibi, Rusya ile Türkiye arasında etki alanı konusunda kalıcı anlaşmazlıklar vardı. Ancak önceki üç yüzyılda olduğunun aksine birbirlerinin toprak bütünlüklerine doğrudan bir meydan okuma yoktu. Örneğin PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 1998 yılında Suriye’den zorla ayrılıp kaçmasından sonra ki ilk varış yerinin Moskova olmasına rağmen, Rusya Öcalan’a siyasi sığınma vermeyi reddetti ve onu Rusya’nın dışına çıkmaya zorladı. Bu Rusya’nın Türkiye’nin toprak bütünlüğüne saygı duyduğuna işaret etmektedir.[8] Rusya tehdidinin göreceli olarak düşmesi ve ABD’nin 2003’te Irak’ı işgal etmesi gibi Ortadoğu’daki diğer tehditlerin ortaya çıkması Türkiye’yi Rusya’ya yaklaştırdı.
Jeopolitik kimliğin yerel belirleyicileri açısından, Türkiye’nin 2000’lerde demokratikleşmesi, dindar muhafazakarların ve etnik azınlıkların (Araplar, Kürtler, Zazalar vb.) ikinci sınıf vatandaş olmaktan çıkartılıp eşit birer vatandaş olarak görülmesi, başlangıçta Türkiye’yi AB’ye yaklaştırdı. Aslında, AB 2000’lerin başlarında yapılan reformları takiben 2005’te Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlamıştır. Nitekim, Türkiye’nin jeopolitik kimliğinin AB üyeliği ile sonuçlanan Avrupa yanlısı bir yönde gelişmesi kuvvetle muhtemel olmasa da mümkün görünüyordu.
Türkiye’nin jeopolitik kimliğinin Avrupa yanlısı bir şekilde gelişmesini engelleyen en az üç birbiriyle ilişkili sebep vardı.Birincisi ve belki de kısa ve orta vadede en önemlisi, Avusturya ve Fransa gibi AB üyesi kilit ülkelerin Türkiye’nin AB üyeliğine karşı üstü açık bir şekilde aşılmaz muhalefetleriydi. Türkiye’yi AB’ye üyeliği konusundaki bu isteksizlik sadece Avusturya ve Fransa ile sınırlı değil, birçok AB üyesi ülkede de bu karşıtlık yaygındır. İkincisi ve yeteri kadar vurgulanmayan diğer sebep ise birbirine karşıt olan olgudur: Türkiye’nin kendisini bir parçası olarak gördüğü İslam ve Türk dünyası gibi uluslar üstü aile ile AB’nin temsil ettiği uluslar üstü ailenin arasındaki bariz uyumsuzluktur.[9]Üçüncüsü, sadece siyasi değil aynı zamanda yasal otoriteler de dahil olmak üzere Avrupa kurumları İslami dini uygulamaların kamuda yer bulmasına ilişkin cesaret kırıcı olumsuz sinyaller verdi. Örneğin, oldukça meşhur olan Leyla Şahin davasında (2004-2005), Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türkiye’nin başörtüsü yasağını onamıştır. Bu yasağın onaylanması, AİHS gibi Avrupa kurumlarının Türkiye’deki dindar muhafazakârlar için özgürleştirici bir rol oynamasını beklediği AKP için büyük bir hayal kırıklığıydı. Bu nedenle, 2000’lerin ortalarına gelindiğinde Türkiye’nin Avrupa yanlısı yönelimi önemli iç ve dış zorluklarla ve hem kurumsal hem de yapısal engellerle karşı karşıya kaldı. 2007’de Türkiye Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili bir kriz ile karşı karşıya kaldı, ardından ise AKP’nin 2008’de başörtüsü yasağını kaldırmaya yönelik teşebbüsünde ise bir başka siyasi ve anayasal kriz yaşandı. Her iki kriz de AKP’nin lehine çözüldü ve bunu takiben Eylül 2010’da yapılan anayasa referandumunu ile parlamento ve cumhurbaşkanının yargı ve ordunun en üst düzey üyelerini atamasına izin verildi. Buna müteakip, 2010’un sonunda Arap Baharı başladığında Türkiye kendisinin demokratikleşmesinde önemli bir dönüm noktası olan dindar muhafazakarlara ve etnik azınlıklara yönelik ayrımcı tedbirleri kaldırıyor olmasına rağmen bu dönemde Türkiye’nin AB üyeliği arayışı geri çevrildi.
Arap Baharında Devrim ve Karşı Devrim
Türkiye’nin Arap Baharı bağlamında demokratikleşmeye sesli desteği, Türk ve Batı tercihleri arasındaki jeopolitik kimliğe ilişkin çelişkileri ön plana çıkardı. Arap Baharı, Türkiye’ye henüz demokratikleşmiş Müslüman çoğunluğa sahip, demokratikleştirici etkisini Ortadoğu’da kullanmak isteyen bir devlet olarak kendisini yeniden öne sürme fırsatı verdi.[10]Önceki bölümde belirtilen paradoks nedeniyle bu özellikle önemliydi: AKP hükümeti, Türkiye’de demokratikleşme aktörü olarak kendini tanımladı. Fakat bazı AB üye ülkelerinin özellikle İslam dini ile ilgili uygulamaların demokratik bir yönetimin parçası olarak yerleştirilmesi konusunda kararsızlıkları ve endişelerinden ötürü Türkiye’nin demokratik güvenirlikleri hakkında şüpheleri vardı. Kısaca söylemek gerekirse bazı AB üye ülkeleri ile Türkiye arasında Orta Doğu’daki ana akım Müslümanların (Sünni) dini özgürlüğü ile ilgili ilişkili olduğu için demokrasi ve demokratikleşmenin anlamı hakkında hem ampirik hem de teorik anlaşmazlıklar vardı. Bu anlaşmazlık Türkiye’nin neden Arap Baharı’nın bir parçası olarak otoriter liderlere karşı yapılan devrimlerin en sesli savunucusu haline geldiğini açıklarken, birçok AB üye ülkesi bazen açık bir şekilde askeri diktatörlükleri bile destekleyen belirsiz bir pozisyonda kaldı.
Arap Ortadoğu’yu 2010’larda kasıp kavuran devrimci ayaklanmalar bazen 1848’deki Avrupa’daki devrimci ayaklanmalarla karşılaştırılıyor.[11] 1848 metaforunu takiben Türkiye Arap Baharı sırasında devrimci kuvvetlerin başarısız olsa da en sesli destekçisi olarak ortaya çıkarken, İran ve Rusya yavaş yavaş karşı devrimin en belirleyici ve başarılı destekçileri olarak ortaya çıktı. Başlangıçta ABD, Fransa ve Türkiye gibi NATO’nun kilit üyeleri Ortadoğu’daki ve hatta en önemlisi Mısır ve Suriye’deki askeri diktatörlüklere karşı devrimci ayaklanmaları destekledi. Ancak, Türkiye dışında hepsi kademeli olarak Mısır’daki Müslüman Kardeşler ve Suriye’deki ÖSO gibi otoriter rejimlere meydan okuyan hareketlerden desteklerini geri çekti.
Karşı devrimci tepkinin Arap Baharı’nın devrimci coşkusuna baskın çıktığının görüldüğü kilit dönüm noktası, Temmuz 2013’te Mısır’ın demokratik olarak seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi deviren askeri darbeydi. Mısır’daki darbeye karşı verilen tepkiler Orta Doğu’da demokrasiye yönelik bir turnusol kâğıdı niteliğindeydi. Türkiye, Mısır’da Mursi ve Müslüman Kardeşleri destekleme konusunda Batılı güçler arasında tek başına kalmıştır. Türkiye darbeden sonra Mısır askeri diktatörlüğüne milyarlarca dolar sağlayan Suudi Arabistan da karşı çıktı.[12] Hem İran hem de Suudi Arabistan’ın otoriterlik karşıtı ayaklanmaların bir demokrasi mücadelesi olmaktan çıkıp mezhep savaşına dönüşmesinde menfaatleri vardı. Bu nedenle, yalnızca Suudi Arabistan değil aynı zamanda İran’da (İran’ın Suriye’ye müdahalesinde görülebileceği gibi) Madawi Al-Rasheed’in Suudi Arabistan’ın Arap Baharı’na verdiği yanıtı tarif etmek için söylediği “karşı-devrim olarak mezhepçilik” tutumunu benimsediler.[13] Neredeyse Orta Doğu ki bütün hükümetler demokrasi karşıtı olduğundan, bölgedeki demokratikleşmeyi desteklemek için Türkiye’nin kendisine müttefik edebileceği bölgesel başka bir güç yoktu. Seçim demokrasisi kalsaydı Mısır Türkiye’nin yanında duracak en muhtemelen ve en güçlü müttefik olacaktı, ancak Temmuz 2013’te Mısır ile Türkiye arasında “demokratikleşme ekseni” penceresi oluşturma fırsatı kapatıldı.[14]
Rusya ve İran gibi karşı-devrimci güçlerin, otoriterlik karşıtı ayaklanmaları bastırmak ve müşterilerinin hayatta kalmasını sağlamak için çok daha kararlı oldukları ortaya çıktı. Suriye’de Esad karşıtı isyancıları destekleyen hiçbir dış gücün askeri varlığı olmadığı 2015 öncesi dönemde hem Rusya hem de İran, Suriye’ye kendi ordularıyla girmişlerdi. Özellikle ve şaşırtıcı bir şekilde ne Fransa ne de ABD Suriye’ye askeri olarak müdahale etmedi. Dahası hem Fransa hem de ABD, Cumhurbaşkanı Abdel Fattah el-Sisi’nin Mısır’daki diktatörlüğü ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Fransa, aslen Rusya’ya satmak üzere inşa edilmiş olan iki meşhur Mistral gemisini de Mısır’a sattı.[15] Batılı güçlerin Mısır ve Suriye’deki demokratikleşme savunuculuğuna olan desteği çok fazla olmasa da Türkiye her iki ülkede de tutkulu rejim değişikliği hedefini azaltmıştır.[16] Kısacası, jeopolitik gerçekler nihayetinde Ankara’nın demokratik idealizminin tartışmalı bir konu haline getirdi ve bu da Türkiye’yi Mısır ve Suriye’deki hedeflerini gözden geçirip değiştirmeye zorladı.
Suriye’de Rusya ile Türkiye Arasında Yakınlaşma: Fırat Kalkanı Operasyonu
15 Temmuz 2016’da Türkiye’de gerçekleşen darbe girişimi, Orta Doğu’da demokratikleşmeye karşı gerçekleştirilen devrimci karşıt dalganın zirvesi olarak yorumlanabilir. Ancak, üç yıl önceki Mısır’daki darbeden farklı olarak, Türkiye’deki darbe girişimi başarısız oldu ve böylece otoriter eğilime karşıt bir sonuç elde edildi. Darbecilerin 1999’dan beri ABD’de ikamet eden mesihî bir dini kültün lideri olan Fethullah Gülen’le olan ilişkisi ve ABD’nin Gülen’i ya da Gülen’in görevlilerinden ya da liderlerinden ABD’ye kaçan herhangi birisini iade etmekte ki isteksizliği Türkiye’yi Rusya’ya yakınlaşma konusunda motive etti.[17]
Türkiye Suriye’ye yönelik politikasını gözden geçirirken, 2016 baharının başlarında Rusya ile yakınlaşma çabası içine girdi. Türkiye’nin daha önceki demokratik idealizmi göreve Başbakan dış politika danışmanı olarak başlayan (2003-2009), Dışişleri Bakanlığı yapan (2009-2014) ve daha sonra ise AKP hükümetlerinde Başbakanlık (2014-2016) olan Ahmet Davutoğlu ile ilişkilendirildi. Bu nedenle Davutoğlu’nun Mayıs 2016’daki istifası bazıları tarafından Türkiye’nin dış politikasında daha büyük bir değişimin belirtisi olarak yorumlandı. Haziran 2016’da Türkiye sırasıyla Kasım 2015’te Rus Sukhoi Su-24 uçağının düşülmesi ve Mayıs 2010’da Gazze filosunun basılmasından bu yana ilişkilerin bozuk olduğu iki ülke olan Rusya ve İsrail ile ilişkilerini normalleştirmek için adımlar attı. Gürcistan, Ukrayna ve Suriye’deki çatışmalar konusundaki anlaşmazlıklara rağmen Türkiye’nin ilk nükleer santralinin inşası da dahil olmak üzere Türkiye ve Rusya ekonomik ve stratejik alanlarda iş birliği yaptı.[18]
Türkiye’nin Suriye’ye yönelik yeni politikasının en önemli göstergesi DAEŞ’e karşı Fırat Kalkanı Harekatı’nın başlatılması oldu. Fırat Kalkanı Harekâtı başarısız darbe girişimi ve Türk ordusunda ki bütün general ve amirallerin yaklaşık yüzde 43’ünün görevden alınmasından yalnızca bir ay sonra başladı ve darbeye rağmen bir güç işareti olarak düşünülebilir. Daha da önemlisi, jeopolitik bir bakış açısına göre Türkiye operasyonu başlatmadan önce Rusya ile sık sık istişarelerde bulunmuş ve bu da Rusya’ya operasyonun kendilerinin zımni onayıyla başlatıldığı izlenimini vermiştir.[19]Ayrıca, ABD’nin DAEŞ’e karşı operasyon için desteğinin asgari düzeyde olması da önemlidir. Böylece, Türkiye ÖSO’nun desteği ile Suriye’ye ya ve İran’ın desteklediği Esad rejiminden ve ABD’nin desteklediği Kürt sosyalist PYD ayrı olarak “üçüncü bir güç” olarak girdi. İddialı ve idealist bir hedefi olan rejim değişikliğinden farklı olarak, Fırat Kalkanı Operasyonu Türkiye’nin maddi yetenekleriyle orantılı çok sınırlı bir operasyondu. Bu operasyon aynı zamanda Suriye’nin kuzeyinde Esad rejimi, PYD ve DAEŞ’den kaçan sivillerin sığınabileceği güvenli bölgeler kurma konusundaki Türkiye’nin ısrarları ile de tutarlıdır.
Son Sözler: Türkiye’nin Değişim Halindeki Jeopolitik Kimliği ve Suriye’de Dönüş Hakkı
Türkiye’nin kendini demokratik bir yönetim olarak tanımlaması ile Türkiye’nin Batı medyasındaki tasvirleri arasında büyük bir uçurum var. Şu anda Türkiye, Batı demokrasileri tarafından kabul ediliyor olmasa da kendi kendini tanımlayan bir demokratik yönetim gibi görünüyor. Türkiye Batılı müttefiklerinden en önemli ve acil olan iki iç güvenlik tehdidiyle yüzleşme konusunda destek alamadı: PKK’nın Temmuz 2015’te başlayan taarruzu ve Temmuz 2016’da Gülenci darbe girişimi. Sorunları daha da kötüleştiren Almanya ve ABD gibi Batılı güçlerin PKK’yı ve Gülencileri koruyor ya da hatta destekliyor olarak algılanmasıdır. Her iki gelişme de 2016 yılında hızlı bir Rus-Türk yakınlaşmasına yol açtı.
Bu yakınlaşma, Türkiye’nin neredeyse yirmi yıldır küçük ama güçlü bir grup aydın, politikacı ve askeri subayın savunduğu gibi “Rus yanlısı Avrasyacı” jeopolitik bir kimliği benimsemesi anlamına mı geliyor?[20] Kamuya açık kanıtlar böyle görkemli bir çıkarımı desteklemiyor. İki devletin Suriye’de farklı vekilleri desteklemeye devam ettiği, diğer tartışmalı bölgelerin yanı sıra Kırım, Kosova ve Dağlık Karabağ’ın statüsü de dahil olmak üzere, Türkiye’nin yakın mahallesindeki başlıca jeopolitik çatışmalar hakkında farklı görüşlere sahip olduğu bir süreçte Rus-Türk yakınlaşması taktiksel gibi görünmektedir. Rus-Türk yakınlaşmasının bir neo-realist yorum olarak Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla askeri tehditlerin değişen dengesi (yani, PKK-PYD saldırısı ve Gülenistler gibi yeni tehditlerin yükselişi) tarafından açıklanabildiği iddia edilebilir veya alternatif olarak uluslararası iş birliğinin liberal yorumu ile bu yakınlaşmanın temeli artan ticari ve ekonomik bağlar olarak düşünülebilir. [21]
Türkiye’nin Suriye politikası ile ilgili çözülmesi gereken en az iki ana soru daha var. Birincisi, Fırat Kalkanı Operasyonunun bölgesel kapsamı ne olacak? El-Bab şehri sık sık tahmin edildiği gibi olacak mı? Buna bağlı olarak, İdlib kent merkezindeki, ÖSO’nun kalesi durumunda olan kuzeybatı Suriye’deki geniş bölgenin durumu ne olacak? İkincisi, Türkiye’de ve başka yerde ki milyonlarca Suriyeli mültecinin durumu ne olacak? Bu mültecilerin ezici çoğunluğunun Suriye rejiminin muhalifleri olduğunu varsayabiliriz. Mültecilerin “geri dönüş hakkı” sadece Suriye’de değil, Bosna Hersek’in Sırp kontrolündeki yarısında ve Azerbaycan’da Ermeni işgali altındaki Dağlık Karabağ’da da ahlaki bir zorunluluk. Yüz binlerce Boşnak ve yaklaşık bir milyon Azerbaycanlı, yirmi yıldan daha uzun bir süre önce evlerinden zorla çıkarıldı ve geri dönüş hakları reddedildi. Geri dönüş hakkına izin vermemek kendi kontrol altında bulunan bölgelerde ki rakiplerini zorla dışarı atarak demografik bir mühendislik projesi üstlenen siyasi makamları ödüllendirmekle eşdeğerdir. Bosna Hersek’in Sırpların kontrolündeki yarısına dönecek olan Boşnakların, Ermeni kontrolündeki Dağlık Karabağ’a dönecek olan Azerbaycanlıların ve Esad rejimi tarafından kontrol edilen Suriye’ye dönecek Suriyeli mültecilerin etnik, mezhepsel veya ideolojik otoriterizmin sırasıyla kendi bölgelerinde sağlamlaşmasını engellemeleri muhtemeldir. Türkiye yaklaşık üç milyon Suriyeli mülteci ile dünyada en fazla mülteciyi kabul eden ülke oldu ki bu Türkiye’nin çok kültürlü bir yönde dönüşümünü destekleyen bir gelişmedir.[22] Dahası, çoğunluğun düzenli seçimler sayesinde ülkeyi yönetme hakkını elde ettiğine inançla Türk halkının kendini demokratik bir yönetim olarak tanımlaması Türkiye’nin Mısır ve Suriye gibi ülkelerde ki askeri diktatörlüklere karşı anti-otoriter ayaklanmalara yönelik halk desteğini ve sempatisini sürdürmesini muhtemel kılmaktadır. Bu nedenle, Türkiye’nin Mısır, İran veya Rusya ile jeopolitik yakınlaşmasının, sırasıyla Mısır ve Suriye’deki El-Sisi ve Esad’ın askeri diktatörlüğüne karşı oluşan halk antipatisini tersine çevirme olasılığı yoktur. Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişiminin ardından yüzlerce sivilin darbeciler ile savaşırken hayatlarını kaybetmeleri ve bunun üzerine Türkiye’de halk arasında “demokrasinin şehitleri” olarak saygı görmeleri bu durumu daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Askeri darbenin başarısızlığı, dış güçlerin desteklediği askeri diktatörlüklerin mesken tuttuğu bir bölgede, izole edilmiş ve yalnız bir şekilde Türkiye’nin kendisini demokrasinin bir feneri olarak tanımlamasını güçlendirdi.
(Bu makale Turkish Policy Quarterly’nin Kış 2017 sayısında İngilizce olarak neşredilmiş; yazarının izniyle Ebuzer Demirci tarafından dilimize tercüme edilmiştir.)
[1] Şener Aktürk, “Turkey’s Civil Rights Movement and the Reactionary Coup: Segregation, Emancipation, and the Western Reaction,” Insight Turkey, Vol. 18, No. 3 (2016), sayfa 141-167.
[2] Emel Parlar Dal ve Emre Erşen, “Reassessing the “Turkish Model” in the Post-Cold War Era: A Role Theory Perspective,” Turkish Studies, Vol. 15, No. 2 (2014), sayfa 258-282.
[3] Şener Aktürk, “Why did the PKK declare Revolutionary People’s War in July 2015?” POMEPS Studies 22: Contemporary Turkish Politics, sayfa 59-63, 7 Aralık 2016, https://pomeps.org/wp-content/uploads/2016/12/POMEPS_Studies_22_Turkish_Politics_Web.pdf
[4] Leonid Bershidsky, “Russia and Turkey Pushed the West Out of Syria,” Bloomberg View, 14 Aralık 2016, https://www.bloomberg.com/view/articles/2016-12-14/russia-and-turkey-pushed-the-west-out-of-syria
[5] Tek kısa istisna, Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan’ın bağımsız olduğu Bolşevik Devrimi’nden birkaç yıl sonra olur (1918-1921). 1921’de Bolşevik rejim, üç Kafkas cumhuriyetinin de kontrolünü aldı.
[6] Samuel P. Huntington, “The Clash of Civilizations?” Foreign Affairs, Vol. 72, No. 3 (1993), sayfa 42.
[7] Şener Aktürk, “Turkish–Russian Relations after the Cold War (1992–2002),” Turkish Studies, Vol. 7, No. 3 (2006),
sayfa 337-364.
[8] “Russia pulled into fray over Kurdish leader’s fate,” CNN, 29 Kasım 1998, http://edition.cnn.com/WORLD/europe/9811/29/ocalan/index.html
[9] “Russia pulled into fray over Kurdish leader’s fate,” CNN, 29 Kasım 1998, http://edition.cnn.com/WORLD/europe/9811/29/ocalan/index.html
[10] “The AKP government in Turkey has become a major supporter of political change and democratization in the era of the Arab revolutions,” Ziya Öniş, “Turkey and the Arab Revolutions: Boundaries of Regional Power Influence in a Turbulent Middle East.” Mediterranean Politics, Vol. 19, No.2 (2014), sayfa 203.
[11] Kurt Weyland, “The Arab Spring: Why the Surprising Similarities with the Revolutionary Wave of 1848?” Perspectives on Politics, Vol. 10, No.4 (2012), sayfa 917-934. Diğer bir karşılaştırma, 1989’un Doğu Avrupa’daki anti-komünist devrimleri olacaktır.
[12] David Hearst, “Why Saudi Arabia is taking a risk by backing the Egyptian coup,” The Guardian, 20 Ağustos 2013,
https://www.theguardian.com/commentisfree/2013/aug/20/saudi-arabia-coup-egypt
[13] Madawi Al-Rasheed, “Sectarianism as Counter-Revolution: Saudi Responses to the Arab Spring,” Studies in Ethnicity and Nationalism, Vol. 11, No. 3 (2011), sayfa 513-526.
[14] Bununla birlikte, Türkiye, 2011-2013 yılları arasındaki Mısır’ın kısa süreli demokratikleşmesinde Mısır ile etkileşimlerini yoğunlaştırdı.
[15] “Egypt takes delivery of second French Mistral warship,” Reuters, 16 Eylül 2016, http://www.reuters.com/article/us-france-egypt-deals-idUSKCN11M153
[16] Dolayısıyla, Öniş’in iddia ettiği gibi, Arap Baharı “bölgesel güç etkisinin sınırlarını saptamak için önemli bir sınavdı”. Öniş, “Turkey and the Arab Revolutions,” sayfa 203.
[17] Dexter Filkins, “Turkey’s Thirty-Year Coup,” The New Yorker, 17 Ekim 2016, http://www.newyorker.com/magazine/2016/10/17/turkeys-thirty-year-coup
[18] Sener Aktürk, “Toward a Turkish-Russian Axis? Conflicts in Georgia, Syria, and Ukraine, and Cooperation over
Nuclear Energy,” Insight Turkey, Vol. 16, No. 4 (2014), sayfa 13-22.
[19] “Turkey’s FM briefs Lavrov on progress in Euphrates Shield operation,” Tass: Russian News Agency, 31 Ağustos
2016, http://tass.com/world/896854
[20] Şener Aktürk. “The Fourth Style of Politics: Eurasianism as a Pro-Russian Rethinking of Turkey’s Geopolitical
Identity,” Turkish Studies, Vol. 16, No. 1 (2015), sayfa 54-79.
[21] Ziya Öniş ve Şuhnaz Yılmaz, “Turkey and Russia in a shifting global order: cooperation, conflict and asymmetric
interdependence in a turbulent region,” Third World Quarterly, Vol. 37, No.1 (2016), sayfa 71-95.
[22] Ahmet İçduygu ve Doğuş Şimşek, “Syrian Refugees in Turkey: Towards Integration Policies,” Turkish Policy Quarterly, Vol. 15, No. 3 (2016), sayfa. 59-69; Sener Akturk, “Post-imperial democracies and new projects of nationhood in Eurasia: transforming the nation through migration in Russia and Turkey,” Journal of Ethnic and Migration Studies (2016), sayfa 1-20.