Uruguaylı yazar Eduardo Galeano, hayatta en az bir defa bir hayat kurtarmış olmalıdır. 1997’de, Meksikalı kongre üyesi ve yolsuzluk karşıtı aktivist Víctor Quintana kiralık katillerce kaçırılmış, öldüresiye dövülmüş ve ölümle tehdit edilmişti. Anlattığına göre, -Galeano’nun yakın zamanda yayımlanan, futbol tarihinden şiirsel hikayeleri içeren bir kitaptan yaptığı alıntılarla saldırganları oyalayıp onların dikkatlerini dağıtarak ölümden kurtulmuştu. Katiller, Pelé, Schiaffino, Maradona ve Beckenbauer’in maceralarını dinledikten sonra Quintana’nın yaşamasına izin vermişlerdi. İçlerinden biri “Sen iyi bir insansın,” demişti.
Başka bir olayda, Galeano’nun bir kitabı ne yazık ki bu sefer daha az uğurlu gelmişti. Yarımküre sömürüsünün tarihine ilişkin çığır açıcı kitabı The Open Veins of Latin America (Latin Amerika’nın Kesik Damarları)’nın eskimiş ve yıpranmış bir nüshası, El Salvador hükümetinin ölüm mangalarına karşı çatışırken öldürülen bir gerillanın sırt çantasında bulunmuştu. “Kitap ağır yaralandı” demişti Galeano. “Bir kurşun kitabın ön kapağından girip arka kapağından çıkmıştı.”
Quintana’nın kaçırılması ve öldürülen Salvadorlu gerilla hikayeleri Galeano’nun ölümünden sonra 2017’de yayımlanan son derleme olan “Hikaye Avcısı”nda (Hunter of Stories) bulunuyor. Galeano, 2015’te akciğer kanserine yakalanmadan önce, onlarca yıl boyunca Latin Amerika sol düşüncesinin en önde gelen edebiyatçılarından biri olarak görülüyordu. O, ekonomi teorisini kitleler nezdinde popüler hale getiren ve deneysel edebi hikayeciliğin öncüsü olan bir isimdi. Latin Amerika tarihinin toplumun en alt tabakalarının gözünden yazılmasını öneren, kendi hayatını ve zamanını gerçeküstücü bir kolajla birleştiren bir anı yazarıydı. Uzun yıllar sürgüne zorlanmış, son yıllarında ise dünya çapında bir okuyucu kitlesine ulaşmıştı.
Galeano, Latin Amerika edebiyatının diğer duayen isimlerine kıyasla görece daha az eleştirel bir ilgi uyandırmıştı. Bir dereceye kadar bunun sebebi seçtiği edebi türdü. Aslında daha doğrusu belirli bir tür seçmemiş olmasıydı: denemeyi ve tarihsel kesitleri romana tercih etmişti. Özellikle son yayımlanan metinlerinde röportaj, anekdot, tarih, mit, tanıklıklar ve seyahat günlüğünü tek bir kitapta bir araya getirmişti. Bu tarzının bir sebebi de edebiyata ilişkin tutkusunu radikal politik düşünceleriyle birleştirmesiydi ve bu tutumu bazı okuyucularının gözünde -başta İngilizce konuşulan dünyadaki eleştirmenler- gereğinden fazla aleni ve polemikçiydi. Fakat politik duruşu olmadan Galeano’yu anlamlı bir yerde konumlandırmak ve onun fikir ve edebiyat dünyasındaki kalıcı etkisini anlamak imkansız gibidir. Galeano’nun düşünsel duruşu ve kararlılığı onu Latin Amerika siyasal tarihinin son 75 yıldaki birçok dönüm noktasının en yakın şahitlerinden biri haline getirmiştir. Uzun zamandır yok sayılan, ezilen ve fakat her şeye rağmen boyun eğmemiş olan koca bir kıta halkını ortak bir kimliğe çağıran bir ömürlük çabası tüm bölgeye damgasını vurmuştur.
Eduardo Hughes Galeano 1940’ta Uruguay’ın Montevideo kentinde karma bir Avrupalı ailede dünyaya geldi. Gençlik yılları olan 1940ların sonundan 1960ların başına kadarki dönem “kalkınmacı” ekonominin yükseliş dönemiydi. Bu dönemde başta Arjantin’de Juan Perón olmak üzere çeşitli Latin Amerika hükümetleri yerel altyapının kurulması, iç piyasaların korunması ve ithalata karşı yerli üretimin teşviki gibi önlemleri içeren milli ekonomi programları uyguladılar. Güney konisi ülkeleri, Arjantin, Uruguay ve Şili’yle beraber kalkınmacı ekonominin merkez üssü haline gelmişti. Avrupa devletlerindekine eşit düzeyde güçlü bir orta sınıf ve elit kesim ortaya çıkmıştı.
Yetenekli ve fakat yerinde durmayan huzursuz Galeano, 2 yılın sonunda ortaokuldan ayrılmış, sonrasında gazeteciliğe başlamıştı. Daha 14 yaşında, sosyalist gazete El Sol için politik karikatürler çiziyordu. 20 yaşında ise Uruguay’da haftalık hikâye dergisi Marcha’nın yazı işleri müdürlüğünü yapıyordu. 1960lar boyunca, bir yandan kendi yazılarıyla uğraşırken diğer yandan editörlük yapmaya devam etti. Galeano’nun bazı erken dönem gazetecilik yazıları 1992’de yayımlanan Biz Hayır Diyoruz (We Say No) adlı derlemede toplandı. Bu yazılarından birinde Pelé ile görüşme için beklediği sırada yıldız futbolcunun beraberinde bulunan heyetle geçirdiği anları aktarır. Bu taktiği Gay Talese’nin 1966 yılında yayımlanan Yeni Gazetecilik klasiği “Frank Sinatra Soğuk Aldı”dan (Frank Sinatra Has a Cold) birkaç yıl önceydi. Başka bazı üst düzey röportajlar da gerçekleştirmeyi başaran Galeano, Che Guevara’nın sıkı bir hayranı olan Perón’la yaptığı mülakatı da yayımlamıştı. Bu yazıda “beraberindeki bir avuç çılgın devrimciyle başarıdan başarıya koşan istisnai bir adamın hikayesi” anlatılır. Yanı sıra Maoist yeniden-eğitimini Beijing’in bilinmeyen bir kenar mahallesinde henüz tamamlamış olan Çin’in unutulmaz son imparatoru Pu Yi ile de görüşmüştü. Galeano aynı zamanda daha sonraları oldukça ünlenen Şilili politikacı Salvador Allende ile de yakın bir dostluk kurmuştu.
1960larda, Latin Amerika’da milli-güvenlik eksenli otoriter yönetimlerin yükseliş içinde olduğuna dair kaygı verici haberler dolaşıyor, bu sürecin ilk kurbanlarının da özgür medya olacağı ifade ediliyordu. Daha 1954’te, Guatemala’da nispeten ılımlı milliyetçi hükümet döneminde medya hükümetin tarım reformunun gelecekteki olası sonuçlarına dair üstü kapalı sorular sormaya cesaret edebildiğinde dahi sansüre maruz kalmıştı. O yıl, demokratik yolla seçilmiş olan Jacobo Árbenz hükümeti CIA destekli bir darbe ile devrilmişti. Galeano haklı olarak bu olayı bölge tarihi açısından bir dönüm noktası olarak yorumlamıştı ve daha sonraları İngilizce Guatemala: Occupied Country (Guatemala: İşgal Edilmiş Ülke)adıyla yayımlanan ilk kitaplarından birinde raporlar, analizler ve kişisel yorum ve değerlendirmeleri bir araya getirmişti. Sık ormanlarla kaplı dağlara çıkan Galeano yerli Mayan köylüleriyle ve gerilla lideri César Montes ile görüşmüş, onu bir çadırda Papa 6. Paul’un 1967 yılında yayınlanan Populorum Progressio adlı genelgesini okurken bulmuştu.
Galeano’nun kitabı 1960ların sonunda kitapçılarda yerini aldığında ülkesinde artık demokrasiye dair umutlar gittikçe azalmıştı. 1964’te komşu ülke Brezilya’da da João Goulart bir darbe ile yerinden edilmişti. 1967’den sonra Uruguay’da işçi ayaklanmaları yükseldikçe hükümetin bastırma yöntemleri de gitgide sertleşiyordu. Hükümet, Tupamaro gerillalarıyla mücadele bahanesiyle temel hak ve özgürlükleri de ciddi oranda kısıtlamıştı; sonra, 1973’te, bir askeri cunta kontrolü ele geçirdi. Sadece birkaç ay sonra Şili’de Allende’nin sosyalist hükümeti de devrilmişti.
Gazeteciliği ve politik duruşu yüzünden Galeano da kısa bir süre sonra Mentevideo’da göz altına alındı. “Beni bir arabaya koydular, sonra götürüp bir hücreye tıktılar. Duvara adımı kazıyarak yazdım. Geceleri çığlık sesleri duyuyordum” diye yazmıştı daha sonraları. Günlerce mi, haftalarca mı yoksa yıllarca mı göz altında tutulacağına dair yalnızca çeşitli tahminlerde bulunabiliyordu. Nihayet bu “birkaç gündü”. “Ben her zaman şanslı biri olmuşumdur.” demişti Galeano.
Bu olaydan kısa bir süre sonra Uruguay’ı terk etti. Önce Arjantin’e gitti ve orada etkili bir dergi olan Crisis’te editörlük yaptı. 3 yıl sonra burada da gerçekleşen darbe sonucunda İspanya’ya gitti. Toplamda Galeano 12 yıla yakın bir süre sürgünde yaşadı.
William Faulkner’in, Döşeğimde Ölürken (As I Lay Dying) adlı eserini 6 haftada yazdığı söylenir. Galeano da Kesik Damarlar’ın yalnızca 12 haftasını aldığını söylemiştir. Uruguay’da şartlar kötüleştikçe dili ve üslubu daha da sertleşen bu çalışma, sonunda 1971’de yayımlandı. Her ne kadar Galeano’nun öncesinde başka çalışmaları yayımlanmış olsa da Kesik Damarlar ona uluslararası bir ün kazandırdı. Bu onun ömrünün geri kalanı boyunca en çok bilinen eseri oldu ve yüzden fazla resmi baskısı, sayısız korsan baskısı oldu.
Yazar Isabel Allende, Pinochet iktidara geldiğinde Şili’yi terk ederken “birkaç giysi, aile fotoğrafları ve bahçemden bir tutam toprağın olduğu küçük bir çanta dışında yanımda götürdüğüm iki kitaptan biri Kesik Damarlar’dı” diye yazmıştır. İronik zıtlıkları seven Galeano’ya göre, aslında kitaplarının en büyük tanıtım kaynağı hükümet sansürleridir. Hikaye Avcısı’nda (Hunter of Stories) “Kesik Damarlar’ı yasaklayan askeri diktatörlükler sayesinde kitap gittikçe ünlendi. Kitaba asıl prestiji bu yasaklar bahşetti” diye yazmıştır.
Latin Amerika’yı ortak bir politik ekonomi perspektifiyle ele alan Kesik Damarlar, Avrupalı istilalar ve Amerikalı şirketler aracılığıyla bölgenin beş yüz yıl boyunca süren yağmalanmasında bölgenin zengin doğal kaynaklarının yerel bir elit azınlık ve yabancıların çıkarları için nasıl sömürüldüğünü anlatır. Bölgenin can damarlarından Potosí’nin gümüşü, Ouro Preto’nun altını, Şili’nin usuz bucaksız bozkırlarının nitratı, Karayip Adaları’nın şekeri akıp gitmiştir.
Galeano, alanının uzmanı olmadığını vurgulayarak tüm çabasının bölgenin ruhsuz tarihine bir ruh, bir nefes kazandırmak olduğunu ifade eder; “Ekonomi-politik gibi ciddi bir konuyu aşk üzerine, korsanlık üzerine bir romanda kullanarak saygısızlık ettiğim suçlamasıyla karşılaşabileceğimin farkındayım” şeklinde not eder. Fakat tüm iddialar ve itirazlar esasında engin bir derinlik ve detay içinde Kesik Damarlar’da karşılık buluyor; hayata bir nefes katmakla kalmıyor, birçok konuda isabetli teşhislerde bulunuyor. Kitabın ABD baskısını yayımlayan Monthly Review Press, kitabı “sermaye birikiminin temel mekanizmalarının belki de Marx’tan sonra en iyi analizidir” şeklinde nitelemiştir.
Kesik Damarlar çok daha fazlasını da ihtiva ediyor –“bağımlılık teorisi” olarak bilinen kavramsallaştırmanın kitleler nezdinde popülerleşmesi hususunda da önemli rol oynamıştır. Kalkınmaya ilişkin geleneksel anlatıya göre ülkeler modernite yolunda belirli aşamalardan geçerek gelişmektedirler. Perulu kurtuluş teoloğu Gustavo Gutiérrez’in ifadeleriyle “Az gelişmiş ülkeler… gelişmiş ülkelere göre daha düşük bir kalkınma seviyesine sahip olduklarından dolayı geri kalmış olarak görülür.” Bağımlılık Teorisyenleri ise bundan çok daha farklı bir tez öne sürmüşlerdir: Onlara göre Latin Amerika, kapitalizmin “merkez”inde bulunan ülkelerin “çevre”de bulunan bağımlı ekonomilerden ham maddeleri kendi çıkarları için nasıl sömürdüklerine, bu yolla onların modernleşme kapasitelerine nasıl ket vurduklarına açık bir örnektir. Bu teorisyenlere göre Kuzey’in servet birikimi ile Güney’in yoksulluğu bir arada düşünülmelidir. Galeano’nun vurgulayarak öne sürdüğü gibi: “Azgelişmişlik, kalkınmanın bir aşaması değil, onun sonucudur.”
Bağımlılık teorisinin temel iddiaları kadar bu teorinin bizatihi “çevre”den neşet etmiş olması da aynı derecede önemlidir; bu teori esas olarak Latin Amerikalılar tarafından ortaya atılan bir dizi cesur adımı içermekte, sunulan reçetelerin geçerliliğini bizatihi bu bölgenin ulusal tecrübelerine dayandırmaktadır. Bir diğer deyişle bağımlılık teorisi, bir entelektüel bağımsızlık deklarasyonudur.
Bağımlılık teorisinin bütünüyle Marksist bir düşünce olduğunu ileri sürmek elbette isabetli değildir. Bununla beraber, radikal savunucuları elinde teori, kalkınmacılık düşüncesinin sınırlı ulusal girişim ve çabalarına göre çok daha sert ve radikal çözümler önermektedir. Galeano da birkaç yüzyıl geriye bakarak daimi ve gaddarca bir sömürü mekanizmasını ifşa etmekte, aynı zamanda bir çıkış umudunu tarihin diyalektik deviniminde aramaktadır: “Latin Amerika’nın acılarla dolu tarihinin bastırılan, boğulan ve ihanet edilen tüm devrimlerinin hayaleti… bu sefer farklı biçimlerde yeniden dirilmiş, sanki bugünün dünyasını, geçmişin çelişkileri doğurmuş, müjdelemiş gibidir.” Hugo Chávez 2009 Amerika Kıta Zirvesinde Barack Obama’ya Kesik Damarlar’ın bir nüshasını hediye ettiğinde —bir anda Amazon’un en çok satılanlar listesinde zirveye çıkmıştı- bu aynı zamanda derin anlamlar içeren bir mesajdı.
Galeano, sürgünde olduğu dönemlerde mesleğinin çığır açan ürünlerini ortaya koymuştu. Bu dönemde “kirli savaş” üzerine Aşkın ve Savaş’ın Gecesi ve Gündüzü (Days and Nights of Love and War) adlı bir anı yazısı kaleme almıştı. Bu aynı zamanda bir yaşanmışlıklar hikayesiydi. Bu dönemin en önemli eseri 1982 ve 1986 arasında Ateş Anıları (Memory of Fire) adıyla bir araya getirilen ve 3 cilt halinde yayımlanan yalın ve içten kısa hikayelerdi.
Kesik Damarlar’ın yayımlanmasından kısa bir süre sonra, Galeano ekonomi-politik’in kendisini çok dar bir çerçeveye hapsettiğini düşünmeye başlamıştır. “Pişman değilim,” diye yazmıştı; “Fakat korkarım ki Kesik Damarlar tarihi tek bir ekonomik boyuta indirgemiş olabilir. Eğer tarih kelimesiyle gerçekliği kastediyorsam -yaşanmış gerçeklik- bu, çok sesli şarkılar terennüm eden yaşamın bizatihi kendisidir.” Ateş Anıları Galeano’nun bu çok sesliliği bütün çoğulluğu ve çeşitliliğiyle Amerika kıtasına sunma çabasından ibaretti. Bu büyük koroyu yönetmek için yeni bir edebi tarz denedi, yarım kürenin tarihini, çoğu bir sayfadan az yüzlerce kısa pasajla bir araya getirdi.
Kitabın serüveni Kolomb öncesi mitoloji döneminden başlar, kıtanın fethi, gelişme, sömürgecilik ve bağımsızlık sürecinden bugüne kadar gelir. Belli bir sayfada okuyucu Simón Bolívar ya da Bessie Smith’le, Augusto Sandino ya da Joseph McCarthy’le, José Clemente Orozco ya da Buster Keaton’la karşılaşabilir. Galeano okuyucuya yerli ritüellere ve köle ayaklanmalarına dair sahneler sunar; Isadora Duncan’ı Arjantin’de kendinden geçmiş biçimde dans ederken veya Pancho Villa’yı hapishanede Don Quixote (Don Kişot) üzerinde çalışarak okumayı öğrenmeye çalışırken buluruz (yazar bunun hapishane arkadaşlarından birinin yazdığı bir hikaye olduğunu söyler.)
Galeano kendisini bölge halkına dayatılmış zoraki bir toplu hafıza kaybından kurtarmaya çalışan biri olarak görür. Onun Pan Amerikan vizyonunda, tüm kıtayı bir gün özgürlüğüne kavuşturacak potansiyelin kadim tarihinin derinliklerinde mevcut olduğu düşüncesi, belki de umudu vardı. Sonrasında The Book of Embraces adlı kitapta “Topluluğun -kolektif üretim ve yaşam formunun- Amerika kıtasında kadim bir geleneğe sahip olduğunu” yazar. “Bu yaşam formu ilk zamanlara, ilk insanlar topluluğuna kadar gider, fakat aynı zamanda sonraki bütün zamanlara da ait olan, gelecekte de bizi bir Yeni Dünya hayaline götüren bir formdur… Kapitalizm ise yabancıdır, bir virüs, bir hastalık gibi dışarıdan gelmiştir.”
Kesik Damarlar ve Ateş Anıları, her ikisi de bir insanın kariyeri için kendi başlarına birer epik başyapıttır. Fakat Galeano 30 yıl daha yazmaya devam etmiş, bu süreçte kendisini kısa hikayeciliğe adamıştır. The Book of Embraces muhtemelen bu türün en iyi örneğidir: Galeano’nun önceki yaşanmışlıkları, 1989 baskısında yazarın hatıraları ve sürgün hayatının son günlerini içerecek şekilde genişletilmiştir. Galeano, otobiyografik kesitlerin arasına tarihsel kesitler, siyasi analizler, mensur şiirler ve kendisi ve başkalarıyla ilgili anekdotlar serpiştirmiş, hepsini kısa enstantanelerle okuyucuya sunmuştur. Yazar Sandra Cisneros, Galeano hakkında “Yazdıklarını okuduğumda en çok etkilendiğim şey, tam olarak ne okuduğumu zihnimde sınıflandıramadığımı fark etmemdi.” demiştir. Günlük, tarih, tanıklık, yorum hepsi iç içedir.
Galeano aynı zamanda görsel sanatlarla da ilgilenmiştir. The Book of Embraces kitabında bizzat kendi sürrealist kolajından örnekler bulunuyor. Bunlardan biri de Rönesans gravürleri ve José Guadalupe Posada’nın dans eden iskeleti arasında bir haç figürüdür. Tuba ağacının taç yapraklarından beliriveren bir Aztek savaşçısı veya bir mısır sapının ucunda bir insan gözü. Bir keresinde Galeano bir arkadaşına şakayla karışık bir “Büyülü Marksizm” icat etmek gerektiğini söylemiştir.: “bir yarısı akıl, diğer yarısı tutku, üçüncü yarısı ise gizem.”
Galeano’nun son dönem eserleri belirli temalar ekseninde sınıflandırılmıştır. Gölgede ve Güneşte Futbol (Soccer in Sun and Shadow) (1995) ve Aynalar (Mirrors, 2008) bunlardan bazıları olup Ateş Anıları projesini bir dünya tarihi kitabı haline getirmiştir. Onun binlerce hikayesi muhtemelen tek bir eser olarak görülebilir. Elbette yazdıklarının tümü aynı etkiyi yaratmamıştır: Kendisini zayıf hissettiği zamanlarda, Galeano fazlasıyla duygusal, öngörülebilir veya kaba biçimde kışkırtıcı propagandavari olabilmiştir ve metinleri en iyi diğer tarih eserleriyle karşılaştırmalı olarak okunduğunda anlamlıdır; yoksa başka akademik tarih eserlerinin yerine geçecek türde değildir. Fakat çoğu kere, onun sürekli değişen analiz ve yorumları, ister bilindik olaylar isterse bilinmeyen konularda olsun okuyucunun tarihe ilgisini ve merakını da kamçılıyor.
Galeano, Ateş Anıları’ndan bir hikayede, kan bankalarının kurulmasında öncü bir isim olan ve fakat II. Dünya Savaşı sırasında -ırklararası kan karışımının önüne geçme gerekçesiyle- Afro-Amerikalılardan kan bağışını yasakladığından dolayı Kızıl Haç’tan istifa eden Charles Drew’dan bahseder (Drew’in kendisi de siyahiydi). Bir diğer hikayede Galeano, Uruguay diktatörlüğü altında en büyük hapishanenin adının “Liberty” (özgürlük) olmasını örnek vererek dilin itibarının düşmesinden yakınır. Bir diğerinde ise evinde bulunan ve içi aşk mektupları dolu olan sandığı çalınan bir adamın hikayesini yazar ve aslında tek amacı hırsızların o mektupları tek tek postayla geri yollamasını sağlamaktır.
Galeano, son dönem yazılarında çok daha temkinli bir siyasi tutum takınmıştır. 1980’lerin ortalarında Uruguay’a döndüğünde, bölgede yeniden tesis edilen demokrasilere uygulanan kısıtlamalara karşı ciddi şüpheleri vardı. Askeri yönetimlerden yeni çıkmış ülkelere bu sefer borçlanma yoluyla Uluslararası Para Fonu’nca (IMF) eyer vuruluyor, ülkelerin uluslarası alanda kredi imkanları kontrol altında tutuluyordu. Bu yeni hükümetlerin çoğu kemer sıkma, özelleştirme ve serbest piyasa gibi programları benimsemişti. Neoliberal küreselleşme çağı başlamıştı.
Tüm bu koşullar içinde Galeano, Latin Amerikalıları, onların aslında gerçek demokrasinin katılımcıları değil, “Demokrasi Şovu”nun izleyicileri olduklarını söyleyerek uyardı. İnsanların ekonomi politikalarına karar vermede tercih haklarının olmayışını tıbbi engelli olarak yaşamaya benzetti. Serbest piyasanın namı diğer amigosu Thomas Friedman’ın, neoliberalizmin “altından deli gömleği”ni olumlu bir gelişme olarak pervasızca sunuşunun farkındaydı. Galeano’nun eleştirel duruşu 1990larda onu yükselen küresel-adalet hareketinin sözcüsü haline getirmişti. Galeano 1998’de yayımlanan Tepetaklak: Tersine Dünya Okulu (Upside Down: A Primer for the Looking-Glass World) adlı eserinde bu hareketi kapsamlı biçimde ele almıştı. 1996’daki ilk Zapatista Toplantısı’na (Zapatista encuentro) katılmış, 2000’lerin başında Porto Alegre’de gerçekleştirilen Dünya Sosyal Forumu’nun da yüksek profilli bir davetlisi olmuştu. Bu yıllarda Galeano her platformda aranan bir isim olmuşsa da hiçbir zaman kendisini bir sözcü, hatta bir gazeteci olarak dahi sunmamış, onun yerine her zaman bir öykücü olarak tanıtmış, bu kimliğiyle bilinmek istemiştir.
2014’ün baharında, Galeano’nun Kesik Damarlar’ı yazdığına pişman olduğuna dair dedikodular dolaştı. The New York Times “70lerin Manifestosunun Yazarı Fikrini Değiştirdi” başlıklı bir makale yayınladı. Galeano’nun her zaman tek boyutlu düşünen polemikçi bir yazar olduğunu ve bağımlılık teorisinin de Kuzey ile Güney arası ilişkileri son derece basite indirgeyen sığ bir analiz olduğunu öne süren ve Galeano’yu her daim aşağılayan kadim muhalifleri, bu makaleye çok sevindiler. Aslında Galeano, daha önce de defalarca vurguladığı gibi, kitabı yazdığı dönemde kendisinin ne bir ekonomist ne de bir tarihçi olduğunu, -yıllar içinde edinilen tecrübeyle yeni bir dil ve üslup geliştirme zorunluluğuna atfen- gençlik döneminde yazdığı bu kitabı bugün yeniden okuması istense bunun onun için bir eziyet olacağını espirili bir dille ifade etmişti. Sonradan kendisinin de dediği gibi, pişman olduğuna ilişkin iddia tamamen “kötü niyetli, asılsız bir söylentiden ibaretti.” Hikaye Avcısı’nı okuyan herhangi biri onun feminist harekete ve faaliyetlerine dair övgü dolu sözlerini ve modern zamanlarda emek sömürüsünü devam ettiren ve çalışma koşulları son derece kötü olan ter atölyelerine karşı açık öfkesini görebilir, Galeano’nun sol düşünceye sonuna kadar sadık kaldığını kolayca anlayabilir.
Yine de Galeano’nun yaşamının son on yılında bazı şeyler ciddi biçimde değişmişti. Bağımlılık teorisi radikal teorisyenler arasında uzun zamandır geçerliliğini yitirmiş bir model olarak görülüyordu. Bunun sebebi esasında teorinin başlı başına yanlış olması değil, daha ziyade öncülüğünü sosyolog Immanuel Wallerstein’in yaptığı dünya-sistemleri analizinin daha fazla kabul görmesi, bu teorinin bağımlılık teorisinin temel varsayımlarını benimsemiş olmakla beraber ondan çok daha ileri ve kompleks bir çerçeve sunmuş olmasıdır.
Latin Amerika’da pratik siyaset sahası da büyük ölçüde değişmiş durumdaydı. 1960ların ortalarında, Galeano kariyerini bir gazeteci olarak sürdürürken, başka bir Uruguaylı sosyalist José Mujica ise kendisini Tupamaro gerillalarının davasına adamıştı. Mujica vuruldu, yakalandı ve 10 yıldan fazla hapis yattı. 40 yıl kadar sonra ise ülkesinin cumhurbaşkanı olarak yemin etti. Mujica, Venezuela, Brezilya, Arjantin, Bolivya, Şili, Ekvador, Paraguay ve El Salvador’da merkez-sol partileri iktidara getiren “Pembe Dalga / sola dönüş” etkisiyle cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmuştu. Uzun süre askeri diktatörlükler ve piyasa köktenciliği altında yaşayan uluslar artık bu sistemlerin en güçlü rakiplerince yönetiliyordu.
Latin Amerika’nın pembe dalgası, Galeano’nun hayatında çok daha rahat ve özgürce yazabildiği, özgürce seyahat edebildiği ve kendisini ilgiyle takip eden kitlelere konferans verebildiği bir döneme imkan vermiştir. Hikaye Avcısı’ndaki anekdotlarda anlatıldığı gibi, o insanların kendisine ulaşmak istediği biriydi ve bunu yalnızca kitaplarını imzalatmak için yapmıyorlardı. Herkes ona kendi hikayesini anlatmak istiyordu, çünkü herkes biliyordu ki o insanları dinliyor, onlara zaman ayırıyordu. Bu, artık ölüm mangaları tarafından değil, hayranları tarafından avlanmaya çalışılan bir adamın sert geri dönüş hikayesiydi. Galeano 2015’te 74 yaşında öldüğünde, bölge liderleri ailesine başsağlığı mesajları gönderdiler. Onlardan biri de Bolivya devlet başkanı Evo Morales idi. Mesajında Montevideo’ya en son geldiğinde Mujica ile beraber Galeano’yu görmek istediklerini, bir yazar ve iki devlet başkanı arasında olacak gayriresmi bir görüşme için Galeano’ya uğradıklarını aktarmıştı.
Bölgede sol eğilimli partiler iktidara geldikçe Galeano’nun eleştirileri de azaldı. Bolivya’nın ilk yerli devlet başkanı olan Evo Morales’i 2006 seçimlerindeki başarısından dolayı kutlamıştı. Aynı şekilde, Şilide, Pinochet diktatörlüğü döneminde uğradığı işkencelerden sağ kurtulan ve yıllar sonra ülkenin ilk kadın cumhurbaşkanı olan Michelle Bachelet’in seçilmesine çok sevinmişti. Fakat sonradan bu isimlerin ülkeyi nasıl yönettiklerine dair çok az görüş belirtmişti. Nihayetinde Galeano unutulmuşların, ezilmişlerin şairi olarak bilinirdi – o, ütopyacı mücadelenin sembolü ve yeniden doğuşun müjdecisiydi. Bu ideallerin arasında kaybolan siyasetin günlük karmaşası hakkında elbette söyleyeceği şeyler daha az olacaktı. Bu yüzden bazı kritik soruları yanıtsız bıraktı: Kalkınmacılık unutulmaya, sönüp yok olmaya mahkum mudur, yoksa yeni bir tekerrür mümkün mü? Sol Hükümetler fosil yakıtı madenciliğinden vazgeçebilir mi? Toplumsal hareketler ile ilerlemeci devlet, yapıcı ve inşacı bir zeminde ilişki kurabilir mi, yoksa bu kaçınılmaz bir karşıtlık ilişkisine dönüşmek zorunda mıdır?
Bu sorular Galeano’nun edebi müktesebatının dışındadır. Dolayısıyla bu meseleler günümüzün temel ikilemleri ve temel tartışma konuları olduğu ölçüde Galeano’nun yazacakları da buna paralel olarak azalmıştır. Fakat tüm bunlara rağmen, hızlı biçimde değişen siyasi atmosfere incelikle angaje olabilmiş az sayıda yazar bulunmaktadır. 1987’de The Nation’da Ateş Avcıları’nın ilk iki cildi hakkında yazan eleştirmen Jean Franco’ya göre, Pablo Neruda’nın Canto General’inden beri(1950), Latin Amerikan direnişinin hikayesi o kadar komplike ve çeşitli olmuştur ki ne kadar hırslı olursa olsun hiç kimse tek başına onu kuşatamaz. Elbette bu doğru bir tespittir -bu tıpkı tek bir kişinin hayatın toplumsal ve siyasal haritasına dair söylediklerinin her daim noksan olması gibidir. Fakat aynı zamanda Galeano’nun kapsamlı incelemelerinin ve kısa fragmanlardan oluşan kendine özgü tarzının büyük kitlelere ulaştığı da bir gerçektir. Galeano 1976 yılında yazdığı bir denemede “Kriz ve değişim sürecinde doğan, zamanının bütün riskleri ve olaylarıyla yüzleşmiş bir edebi tarz, aslında yeni gerçekliğin sembollerini yaratmada yardımcı olabilir.” diye ısrarla dile getirmişti. “Amerika’da doğmuş olmanın acısının da güzelliğinin de şarkısını söylemek boşuna değildir.”
Mark Engler tarafından Politico için kaleme alınan bu yazı Kenan Çapik’in çevirisiyle Türkiye Notları dergisinde 2018 yılında yayınlanmıştır.
Philadelphia’da yaşayan yazar. Dissent dergisi yayın kurulunda bulunmakta. Halk seferberliği Üzerine yazılan “Bu bir Ayaklanma: Pasif Direniş 21. Yüzyılı Nasıl Şekillendiriyor” adlı kitabın eş yazarıdır.