Sinema salonundan çıktığım andan itibaren hem Kuru Otlar Üstüne üzerine yazılmış yazıları okuyor, çekilmiş videoları izliyor hem de yazacağım yazıyı kurguluyordum. Filmden sonra derhal yazmak istediğim bazı şeyleri soğumaya bıraktım. Genellikle canımı sıkan durumlarda sağlıklı cümleler kurmadığımı tecrübe ettiğimden hararetimin geçmesini bekledim bu süre içerisinde.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Kuru Otla Üstüne’yi övmek Türk sinemasına da NBC sinemasına da yapılacak en büyük kötülüktür. Birilerinin çıkıp güvenli kıyılardan, genel ifadelerden, geçmişteki çektiği filmlerden uzaklaşarak bu filmi acımasızca eleştirmesi lazım.
Nuri Bilge Ceylan’ın hem filmsevici olarak hem de akademik olarak favori, değerli, kıymetli yönetmenim olduğunu söylemek isterim. Doktora tezimi birçok filmine referansla ilerlettiğimi ve sonlandırdığımı da belirtmeliyim. Ve bu yazı pasif entelektüelizmi eleştirdiğim geçen yazımın bir devamı olarak risk aldığım, agresif bir metin olacaktır.
Filmle ilgili beleşçi festival gezginleri övgülerle dolu youtube içerikleri yayınladılar. Lolipopçu sinema düşünürü, kutsal değnekçiler ve diğerleri… Sinema üzerine köşeleri olan ve rutin sinema yazanlar da suya sabuna dokunmadan eski filmleri üzerinden tabii ki “taşra”, “kötülük” ve “politiklik” çerçevesinde kalemlerini oynattılar. Ne de olsa festival festival gezip beleşçiliğe devam etmeleri gerekiyor. Mesut Bostan’ın yazısı[1] haricinde filmle ilgili elle tutulur bir eleştiri göremedim. Film sonrası NBC övme ayinleri olarak ve bunu fırsata çevirenler Kuru Otlar Üstüne’yi “okumak” diye etkinliklere başladılar. Tüm bunlar iyi bir yönetmeni körleştirmeye yardımcı işlerden başka bir şey değil.
Türk entelijansiyasının pasifliğiyle ve güce yakın olma özelliğiyle birlikte tembelliğine de alıştık. Filmdeki sinematik tiplerin isimlerini yanlış yazmaktan, mekân adlarındaki hatalara kadar araştırma ve sorgulamaya girmeden oluşturulmuş yazılara ve basma kalıp ifadelere denk geldik.
Pasif ve tembel entelektüelimiz keşke Akın Aksu’nun son romanı Ay Işığı’ndan itibaren yazarın kitaplarına bir baksaydı. O zaman Ahlat Ağacı’nda olduğu gibi Akın Aksu’nun baskın ve ısrarlı tavrının Nuri Bilge Ceylan’ın önüne geçtiğini anlardı belki ya da kendini ispatlamaya çalışan (fotoğraf aşkı ve sergileriyle) Ebru Ceylan’ın bu senaryo ekibinde olduğuna dikkat etseydi. Film sonrası söyleşide denk geldiğimiz gibi aslında sinemaya bakışları arasında bağ olmayan, ve fakat Nuri Bilge Ceylan’ın bundan önceki filmlerindeki sonsuz otoritesinde kaybolan Ebru Ceylan’ın ortaya çıkışına odaklansaydı. İşte o zaman filmin yörüngesinin olmadığı fark edebilirdi pasif entelektüelimiz.
Film üç tarafından çekiştirilerek bir o yana bir bu yana kayarak ilerliyor. Ahlat Ağacı da dâhil olmak üzere Nuri Bilge Ceylan filmlerinde hiçbir zaman ana aksta bir kayma olmamıştı bu filme kadar. Bu filmde ise parçalanmış, tamamlanmamış bir sürü döküntü var. Öğretmenler odası, Samet-Veteriner-Örgütçü sohbetleri, Samet-Sevim ve öğrencileri arasındaki açmaz, Samet-Kenan-Nuray ilişkisi… Başlayan unutulan geri dönülmeyen birçok parça… Filmin sonunda ise 3 saat yetmemiş gibi dış sesle Samet neler hissettiğini anlatıyor, seyirciye aslında sen bir şey anlamadın ya da yanlış anlamış olabilirsin bir de Samet anlatsın ne düşündüğünü deniyor.
Merve Dizdar’ın tek kaşını kaldırarak sergilediği oyunculuk performansıyla ödüle koşmasının saçmalığını, stüdyoyu göstererek bizi yabancılaştırdı, laklaklarını, kadın öğretmenlerin ve müdürün klişe tipleştirilmesini, kartonlaştırılmasını, açı-karşıaçı arasında sayfalarca ve birçok noktada çelişen diyalogları, kabul etmiyorum. Bunu yemiyorum. Ve başta dediğim gibi bunu Nuri Bilge Ceylan’ın sinemasına olan sevgimden söylüyorum.
Akın Aksu’nun Ay Işığı romanını okuduktan sonra roman hakkında hiçbir şey yazılmamasına şaşırmıştım. Çok güçlü bir metindi. Kar altında bir öğretmenle müdürün, hani şu Honda’yı alayım yav, diyen müdür gibi bir müdürün sadece diyalogla ilerleyen serüveni… Akın Aksu’nun film senaryosu yazmaması gerektiğini, onun 20-30 dakikalık hızlı akışlı komedi ve/veya drama yazarlığına daha yatkın olduğunu, ama bence roman yazarı olarak serüvenine devam etmesi gerektiğini düşünüyorum. Akın Aksu’nun da NBC ortaklığıyla kendini tüketeceğine inanıyorum.
NBC’nin nasıl körleştiğini ve körleştirildiğini Adana’daki gösterim sonrası soru-cevapta net bir şekilde görüyoruz. Hep taşra filmi yapması eksenindeki soruya “insan her yerde aynı insan yav” cümlesi ve bu cümleyi alkışlayan ve bu alkış karşısında yaslanarak daha güçlenen yönetmenin “aynı insan” vurgusu yapması ve soruyu soranın sözünü hem kendinin hem de şakşakçıların kesmesi bu körleşmeyi gözümüze sokuyor, görebilirsek. İnsanın her yerde aynı olması, antropolijiyi, sosyolojiyi, psikolojiyi hiçe saymak ve bunu şakşaklamak da yönetmene en büyük ihanettir. Yine söyleşide Akın bana notları vermişti, aslında yapmayacaktık ama yaptık, mealinden sözlerinin, Mesut Bostan’ın güçlü bir şekilde altını çizdiği “köy okulu bulamadık” diretmesinin, aslında NBC’nin derdinin taşra filmi çekmek yerine taşrayı pastroral arka fon olarak yeni bir “iş”le fonları toplamak ve festivallerde gezmek olduğunu anlayabiliyoruz.
Kurak Günler övücüleri gibi Kuru Otlar Üstüne övücüleri hem yönetmene hem sinemamıza ihanet etmektedir. Emin Alper’in Tepenin Ardı gibi bir filmden sonra fon dağıtıcılarının ve güncel şakşakçıların eline düşmesiyle git gide üslubunu ve yönetmenlik gücünü kaybetmesi gibi Emin Alper’den çok daha dirençli olan Nuri Bilge Ceylan’ın artık körleştiğini ve bundan en başta yakınlarında olanların sorumlu olduğunu söylemek gerekir. Siyasetteki tek adamlara ve bunların körleşmesine her türlü karşı çıkışı gösteren entelektüelimizin bu duruma da bir dur demesi gerektiğini en azından bir tavır göstermesi gerektiğini söylemek lazım.
Son söz olarak filmi “okuyan” (izlemeyi beceremeyenler olsa gerek) güruh Samet’le ilgili (ki Deniz Celiloğlu’nun performansı övgüyü hak ediyor) türlü masal anlattı bu süreçte. Şunu göremeyecek kadar (filmi okuduklarından yani izlemediklerinden olacak) kör olmaları ilginç: Samet herkesin olabileceği gibi berbat bir adam. Elinden emziği alındığında bunu kendine yediremeyen vasat bir sinematik tip. Derdi orada burada kendini eğlendirerek (veterinerle içmesi, komutanla playstation oynaması, Nuray’la sevişmesi, öğrencilerini aşağılaması, öğretmenlere takılması vs…) Doğu görevini tamamlamak. Aksi halde karla kaplı bir yerde zaman geçmek bilmeyecektir. Ki yine Mesut Bostan’ın vurguladığı gibi taşradan büyük bir şehre gitmek Türkiye gerçekliğiyle uyuşmamaktadır. Zaten NBC’nin girdiği evren (fon ve festival evreni) Akın Aksu’nun anlatısını da kendi sinema serüvenini de bambaşka bir yere çekmektedir. Ardından birçok yönetmeni taşraya sürükleyen NBC bu tavrıyla da bir sürü genç ve/veya ilk filmini çekecek yönetmen adaylarını da Türkiye gerçekliğinden koparıp fonların ve festivallerin kucağına atabilir, atmaktadır. Bu da Türk sinemasının soluğunu kesecektir.
Bir başka son söz de Türk sinemasında hep kötünün anlatıldığından, iyiliğe ve umuda yer verilmediğinden yakınan bir başka yazının konusu olabilecek yönetmene. Türk sinemasının çıkmaza girişinin sebebi yönetmenlerin ahlaklarını kaybetmelerindendir. Fonların istediğini yapan, festivallerde lobi kuran, başta kendi olamak üzere etrafındakilere film desteklerini dağıtan ahlaksız sinemacılar Türk sinemasının umudunu yok etmektedir. Öyle görünüyor ki Türk sinemasının kurtuluşu 1990 sonrasında olduğu gibi kolektif ruhla ve arkadaşlık duygusuyla, kimseye boyun eğmeyerek film yapacak yönetmenlerin oraya çıkışıyla gerçekleşecektir.
[1] https://www.star.com.tr/acik-gorus/kuru-otlar-ve-tasradan-cikamamak-ustune-haber-1817492/