Türkiye’nin münevver mahfilleri tarafından nazar-ı dikkatle izlenen, sürekli tebcil edilen yazar Anıl Fora, Küçük Asya’nın bu şık ve sakin sahil kasabası Pakçakoca’ya taşınalı çok kısa bir süre oldu. Pakçakoca’ya kaçıp şehrin hayhuyundan kurtulunca entelektüel üretim de elbette artmaya başlamıştı.
Fora’nın son kitapları insanın başına ikinci kattan düşse beyin kanaması edecek hacimde nitelikli eserlerdi. Bu kitaplardan önce yayınladığı, Türk düşüncesinin nitelikli takipçileri tarafından “gak diyenin guk deyicisi” olarak da anılan Levent Hepyek tarafından bir şaheser olarak selamlanmış olan Hezeyanlar isimli Türk düşünce tarihi çalışması ise kriminal hadiselerde müdafaa ya da taarruz silahı olarak kullanılmaya da son derece müsait, hani teşbihte hata olmaz “İsviçre çakısı” kabilinden çok işlevli bir metindi.
Fora, bu metin hakkında yapılan fevkaladenin fevkinde olumlu değerlendirmelerin de verdiği cesaretle sonraki metinlerini ortaya koymuş; bu arada da tespit ve gözlemlerini ifade etme açısından kullanımlarını da daha iddialı hâle getirmişti.
Biraz evvel tam da o iddialı cümlelerinden birisini kurmuştu: “Selimhan Bakırel Türk sağının hatt-ı vâsıtıdır.” Yazmanın, daha da önemlisi sürekli övülmenin verdiği şehvetle ilk başta kendisine mükemmel ötesi gelen bu cümle üzerine kahvesini yudumlayarak düşünmeye başladı. İçten içe gururlandığını hissetti. Elbette haklı bir gurur…
Normalde bir başka yazar tarafından bu cümle kurulmuş olsa, aklı başında bir okuryazar ilk duyduğunda tepkisi “hatt-ı vâsıt ne acaba?” olur, hatt-ı vâsıtın ne olduğunu öğrenince de “Has… di oradan” derdi. Bu cümlenin Türk sağına bindirme şehvetiyle kurulduğunun elbette Fora da farkındaydı. Zihninden “ulan acaba biraz abarttık” mı diye geçirdi. Sonra kendi kendine “Hezeyanlar isimli muhteşem eserimde Türkiye düşüncesinin gerçek bir panoramasını çizerken İsrail Başkonsolosunu kaçırıp öldüren adamdan 5-6 sayfa boyunca büyük bir düşünür yaratmaya çalışmam, dönemin en mühim yayın ve tartışma mecralarından Ant dergisinden doğru düzgün bahsetmemiş olmam bile hiç kimsenin dikkatini çekmedi” diye düşündü. Sonra da “zaten bizimkiler hatt-ı vâsıt ne anlamazlar, benim anlıyor olmamı yeterli görürler” diyerek kahvesinden bir yudum daha aldı ve rahatladı.
O arada Bakırel kitabında milliyetçilere yeteri kadar geçiremedim duygusu geldi bir anda. Sayfaları usul usul karıştırmaya başladı. Aklından faşist, komando ve benzeri çok sık kullandığı için sıkıldığı kelimeler geçmeye başladı. Bütün bu süreci zihninden geçirdiği için fazlaca Osmanlıca kelime kullanmasına gerek yoktu.
Yazma süreci tıkanmıştı. Yıllardır mutad bir şekilde milliyetçilik üzerine ürettiği metinlerde aynı propagandist cümleleri farklı şekillerde ifade ede ede kurduğu için hiçbir cümle onu tatmin etmemeye başlamıştı. Şimdi Bakırel üzerine yayınladığı metinde de özellikle milliyetçiler üzerine kurduğu cümleler ona hep eksik geliyordu.
Ankara’daki yayınevi ofisinden gönderilen metinleri karıştırmaya başladı. Fora, Pakçakoca’ya yerleşeli beri mutad olarak kendisine gönderilen metinlerden kendi muazzam eserlerini inşa ediyordu. Bir diğer deyişle Ankara’daki arkadaş Fora’nın neyi görmesini istiyorsa Fora onu görüyordu aslında. Ama bu durum Fora’da ciddi bir rahatsızlık da meydana getirmiş değildi. Kaynakları kimin nasıl seçtiğinin pek de bir önemi yoktu. O muazzam cümleler Fora’dan sadır oluyordu.
Bir ara Türker Taytürk’ün post-post traduksiyonizm başlıklı “çığır açan” makalesi üzerine bir övgü metni gözüne çarptı. Fora, bu metnin “cephe savaşlarında” işlevsel bir iş birliğine imkân verebileceği düşüncesiyle önemsenmesini sağlamayı denemişti ancak süreç düşündüğü ve beklediği gibi gelişmemişti. Zihninden bunları geçirirken gözleri Taytürk’ün fotoğrafı üzerine takıldı. İçinden “Ya hu bu herifin memleket hakkında bir fikri olmadığı gibi bu makaleyi neden önemser gibi yaptığım hakkında da bir fikri yok” diye geçirdi, güldü. Fora, her Türk gibi Ertem Eğilmez’in Banker Bilo filmini seyretseydi oradaki “Bi sor bakalım niye yaptım” repliğini hatırlayıp gülebilirdi ama O, hem Özcan Alper’in hastası olduğu için hem de Türk değil Türkiyeli olduğu için her ortalama Türk ile birlikte tebessüm edebileceği bu insanî fırsattan da istifade etmesi mümkün değildi.
Belki bir şey bulurum umuduyla kendisine gelen yayın dosyalarından birisine göz gezdirdi. Dosya Artvin-Rize bölgesiyle ilgili bir etnografi çalışmasıydı. Dosyanın eli-yüzü düzgün görünüyordu ama yazar metni, bu bölgenin Türkiye’den farklı bir yer olduğunu iddia etmeyi kolaylaştıracak biçimde kurgulamamıştı. Bir diğer deyişle bölgeyi Lazistan olarak tanımlamadığı için kahvesiyle birlikte taam ettiği kurabiyeden bir ısırık aldıktan sonra tekaüde ayrılmış kelimelerle dosyaya red cevabı yazmaya başladı. Bir ara “acaba dosyayı şu hâle getirsen yayınlarız” desem mi diye düşündü. Yapmadığı şey değildi. Pekâlâ yazarı, Rize-Artvin bölgesine Lazistan demeye ikna edebilirdi. Ama yazarın tavrı hoşuna gitmemişti. Zira, bunu Fora düşünmeden yazar düşünebilmeliydi. Aklından geçen düşünceyi gerilere itti, cevabını tamamlayıp gönderdi.
Yeniden kitabın başına geçti. Bu kadar dinlenme yeterdi ama önünde bir başka mesele belirmişti. Kitap yazarım diye bir dünya fiş tutmuştu ama şimdi bu fişleri nasıl organize edip sistemli bir metne dönüştüreceğine dair bir fikri yoktu. Ne yapayım diye bir süre düşündü ama bu sefer uzatmadı. Fişleri bir biri peşi sıra yazmaya karar verdi. Geçiş yok, bağlantı yok. Bunu yaparken en ufak bir tedirginlik duymadı çünkü takipçi kitlesi 150 sayfa okuduğu kitapla kendisine övgüler yağdırabilecek kadar gelişkindi. Fora’nın bu yeni taarruz ve müdafaa aleti olarak da değerlendirilebilecek cüssedeki metinlerinin kadrolu alkışçılarının ise tek bir ortak özelliği vardı: Okumadan övmek. Kısacası köpeksiz köyde değneksiz dolaşmak gibi bir şey. Öyle bir kitleyle muhatap ki darısı tüm yazanların başına.
Takat bulabilirsem, Fora’nın yazma serüvenini aktarmayı sürdürmek niyetindeyim. Ama takatim olursa…