“Biz O Kitapları Anlamıyoruz!”: Kemalist Anti-Entelektüalizm Üzerine
Çevremde en sık duyduğum yakınmalardan biri sanırım…
Bugün kitap okumak, belki de her zamankinden daha da zor. Zira o kadar fazla yayınevi ve o kadar fazla kitap var ki merak ettiğimiz bir konuyu hangi kitaplar üzerinden okumamız gerektiğine sağlıklı bir biçimde karar veremiyoruz.
Kitapların sayıca çoğalıyor olması çok daha kaliteli kitaplar çıkması anlamına gelmiyor. Aksine piyasanın çöplüğü her geçen sürede daha da büyüyor, derinleşiyor. Sayıca artışın yanı sıra klasik satın alma davranışlarımızla hareket ederek kitap almaya çalışıyoruz. Yani bir kitaba sahip olabilmek için ne kadar çok reklamının yapıldığına, etrafımızda ne kadar çok okunduğuna ve yazarın medyada ne kadar görünür olduğuna dikkat ediyoruz. Peki bunlar yeterli mi? Hayır, değil. Bir kitabın niteliğini yalnızca bunlar belirliyor olabilir mi? Elbette değil.
Piyasa, tıpkı pek üründe olduğu gibi kitapları da insanların zihnine değil duygularına hitap edecek şekilde tasarlıyor ve satmaya yönlendiriyor. İçeriksiz dahi olsa ilgili kitabın hazırlanma ve pazarlama süreci bizi nedense daha çok cezbediyor. Biz kitaba ulaşmaya çalışmıyoruz, kitapları pek çok şekilde gözümüzün içine sokuyorlar. Üzerine reklam olarak daha fazla yatırım yapılmış ve ayağımıza hazır gelen kitaplara daha büyük bir ilgi duymaya başlıyoruz. Hele de yazarları “büyük” kitabevlerinde gösterişli imza günleri yapıyorsa…
Maalesef belirli bir konuya dair gerçekliğe ulaşabilmek, sağlıklı bir bilgi sahibi olabilmek, belirli bir konu ile ilgili aklıselim bir yargıya sahip olabilmek bu şekilde mümkün değil. Sadece beğenimize sunulan kitaplarla “okumak”, “araştırmak” vb. emek yoğun süreçlerde mesafe almak da mümkün değil. Hazıra konmayı, emek vermeden bilgi edinmeyi, birilerinin bizlere bazı kitapları çeşitli ortamlarda özetlemesini alışkanlık haline getirmiş kitlelerin de memleketin “entelektüel” düzlemine tanıklık etmesi mümkün değil.
Kimi zaman farklı yerlerde ve farklı zamanlarda belirli konularla ilgili piyasada bazı kitapların adı gereğinden fazla telaffuz edilirken itiraz ediyoruz. Bu itiraz; yersiz, kıskanç, önyargılı ve mesnetsiz değil. Büyük cümleler ve büyük iddiaları seven, en yakınındaki dahi sosyal medyada alt etmekten keyif alan bizler için bu itirazın bir nedeni var elbet. Bilgimizle küstahlığımız arasındaki ters orantı belirli konulara dair kafa yorma faaliyetinden bizleri uzak tutuyor. Her konuşmada isimlerini gururla andığımız aydınların “belli başlı” cümlelerini tekrar etmenin bir fikir savunma olduğunu zannetme hali dışında öykündüğümüz, peşinden gittiğini iddia ettiğimiz bu birikimin ürünlerini okuma noktasında oldukça geri bir planda durduğumuzu söylemek mecburiyetindeyim.
Okuyoruz tamam ama ne okuyoruz? Okuduğumuz metinleri şöyle cesurca gözden geçirdiğimiz zaman maddi ve manevi olarak harcadığımız zamanın ne kadar kıymetli olduğuna dair kuşku duymaya başlayabiliriz. Demin söylediğimiz gibi kitapların sayıca çok olması ya da bazı kitapların çok fazla reklamının yapılıyor olması onları doğrudan değerli kılmıyor. Hatta değerli olanların raflarda çürüdüğüne ve onlarla hiçbir zaman aynı kulvarda olamayacak bazı kağıt israflarının yayınevlerini ve yazarlarını ihya ettiğine tanıklık ediyoruz.
Bu meseleyi daha da somutlaştırmak için Cumhuriyet tarihi ve Atatürk kitapları üzerinden bazı örnekler verelim. “Bestseller” olarak gündeme getirilen ve bu konulara düşünsel olarak hiçbir katkısı olmayan pek çok çalışma medyanın gündemindeki ilk sıralardaki yerlerini uzun süre korumayı başarıyor. Yazarı ve yayınevi dışındaki kimseye bir katkısı olmayan bu çalışmalar insanların zihinlerinde değil ruhlarına dokunarak kısa süreli etkilerle kendini satın aldırmaya çalışıyor. Halbuki aynı kitabevlerinin raflarında gerek dönemin tanığı olan gerekse engin düşünce dünyasıyla bize Mustafa Kemal’i ve Cumhuriyeti en damıtılmış bilgilerle anlatmaya çalışan kalabalık bir literatürün ürünleri aşağılarda, yukarılarda veya arkalarda…
İşte o kitaplar ne yazık ki kalabalık kitlelerin okuma listelerine hiçbir zaman giremiyor. Bu konudaki en büyük bahane ise “anlaşılmamak”… Yüzlerce kez tanıklık ettiğim diyaloglarda en sık duyduğum cümle “Biz o kadarını anlamıyoruz” oluyor. Burada “anlaşılmamak” çok net bir bahane. Zira başka piyasadakinin yerine başka kitaplar okumak, başka kitaplardan bilgiler almak piyasanın dayattığı modanın dışında kalma korkusu yaratıyor, bu bir. İkincisi herkesten tarihçi, siyaset bilimci, sosyolog, iktisatçı olması gibi bir beklenti de yok. Kimse derinlemesine akademik metinler okumak mecburiyetinde değil. Buraya kadar her şey normal. Ancak bu bahane bizi bambaşka bir gerçekle de yüzleştiriyor. O da bizlerin memlekete dair konularda daha sağlıklı bilgiye ulaşmak için çaba sarfetmekten kaçınıyor olması. Hap bilgilerle, sosyal medyadaki mesnetsiz paylaşımlarla ve kulaktan dolma tevatürle yaşadığı ülkeyi anlamaya çalışmak hem eksik hem de hatalı.
Atatürk ile ilgili kitap okumak için televizyonda görmeye alışık olduğu medyatik lafazanların çalakalem ve uyduruk kitapları için kuyruğa giren bizler aynı raflardaki Şevket Süreyya’yı görmezden geliyoruz. Uğur Mumcu’nun adı ile yeri göğü inleten bizler kitap fuarlarında kitap stantlarında en üstte duran Sakıncalı Piyade’yi buruşturmaktan öteye bir çaba sarf ediyor değiliz. Attila İlhan’dan iki satır şiir okuyunca kibirli bir gülümsemeyi saklayamayan kaç kişi “Hangi Atatürk?”ü okudu emin değilim. Oktay Akbal’ın “Atatürkçülük Savaşı”nı, Ceyhun Atuf’un gündem değiştirecek kadar kıymetli yazılarından oluşan “Bağımsızlık Devrimcisi”ni okuduk mu? Cumhuriyet Gazetesi dendiği zaman ilk aklımıza gelenlerden rahmetli İlhan Selçuk’un “Atatürkçülüğün Alfabesi” diye bir kitabı olduğunu biliyor muyuz?
Olabilecek en yalın ve naif dille yazılmış olan kitapların çoğunun adını dahi bilmediğimizden adım gibi eminim. Burada mesele anlaşılmamak değil, okumamak. Sadece ruha hitap eden heyecanlı söz öbeklerinin düşünceye dair izler taşımaması okumayı belirli ölçülerde kolaylaştırıyor olabilir. Ancak kitap okumanın esas amacı geçici bir haz duymak değil, kalıcı bilgilerle zihnimizi zenginleştirmek ve düşünmeyi eğitmek olmalıdır. Berkes’in “200 Yıldır Neden Bocalıyoruz?” kitabının okuyucu açısından hiçbir zorluğu bulunmamaktadır. Ancak oradaki kısa metin bile Türkiye’nin modernleşme sürecindeki engelleri ve sorunları anlayabilmek açısından zenginliklerle doludur. Doğan Avcıoğlu’nun bütün serilerini alıp hatmetmek zor mu geliyor? Peki o zaman “Devrim Üzerine” kitabını bir zahmet açıp Türkiye’nin ilgili döneminin siyasal dinamiklerini anlamaya çalışacağız. O gözünüzü çok korkutan “Türkiye’nin Düzeni” ise sayfa sayısının çokluğuna karşılık su gibi akan bir metindir ve anlaşılmayacak zerre bir noktası yoktur.
Yakup Kadri’nin “Atatürk”ünden Hıfzı Veldet’in “Türkiye’de Üç Devir”ine, Tarık Zafer’in “Atatürkçülük”ünden Korkut Boratav’ın “Türkiye’de Devletçilik”ine, Vedat Günyol’dan Melih Cevdet’e o nefis “deneme” kültürünün evrensel düşünce kaynakları ile beslenen eşsiz eserlerine kadar sahip olduğumuz zenginlik çalakalem yazılardan değil, uzun bir akıl emeğinin sonucu olarak ortaya çıkan damıtılmış metinlerdir. O kadar derinlikli meseleleri öylesine ustalıkla anlatırlar ki kitaplar bittiğinde yaşadığınız haz popüler kültüre teslimiyetin geçici heyecanından çok daha tatmin edicidir.
Türkiye’nin eski aydınlık günlerini özleyenler, “nerde o eski…” diye başlayan cümlelere uzaktan hayranlıkla bakmasına rağmen konformizme saplanmış dar hayatlarından bir adım dahi dışarı adım atmayan bizler eğer gerçekten daha ileriyi hedefliyorsak gelin hep birlikte bir keşfe çıkalım. Gerçek aydınları, gerçek yazarları, gerçek akademisyenleri tanımayacağımız bir keşfe… Depolarda, sahaflarda, kitabevlerinin karanlık arka raflarında çürümeye terkedilen, yalnızca bir kısmı çok büyük fedakarlıklarla yeniden bizlerle buluşan bu zengin literatüre can verelim. Okuyalım, koruyalım, daha da geliştirelim…