Bu yakınlarda bir kitap okudum. Süleyman Yelocağı’nın kaleme almış olduğu, Libra Kitap tarafından basılmış “Osmanlı-Türk Romanında İdeolojik Değişim” isimli kitap hayli ilgi çekici. Üstelik akademik kitaplarda sıklıkla gördüğümüz kupkuru dil bu kitapta yok. İnsanı güzel bir Türkçe ile sarıp sarmalıyor. Erken dönem romancılığımızın bazı verimleri ideolojik alt yapı anlamında masaya yatırılıyor. Mesela Halide Edip veya Yakup Kadri gibi meşhurların yanında Aka Gündüz veya Ethem İzzet gibi pek bilinmeyenler de var. Hatta Agâh Sırrı’nın bir de roman yazdığını bu vesileyle öğrenmiş oluyoruz. Romanın, toplumsal gözlemi pek çok sosyoloji ve tarih kitabından daha güzel yaptığına bir kez daha tanık oluyoruz. Kitapta sözü edilen, dikkatimi çeken iki konuyu ele almak istiyorum.
Yelocağı, cumhuriyet romanında dine olumsuz bakıştan söz ettiği sayfalarda Burhan Cahit’in “Şeyh Zeynullah” romanından söz ediyor. Bu romanın kahramanlarından Hoca Abdurrahman Efendi “feleğin çemberinden geçmiş” biri olarak tarif ediliyor. Hacca gittiği zaman geceleri hurma rakısı içip, Arap kızlarına göbek attıran Abdurrahman Efendi pek tabi gündüzleri ibadet ile meşgul oluyor. Yalnız Burhan Cahit’in değil modernleşen (sekülerleşen, laikleşen ne demek isterseniz) pek çok aydının din mefhumunu ele aldığı zaman söz ettiği şey budur. Yani riyakâr, yalancı hoca figürü… Pek tabi işin bir yüzünde bu vardır. İnsanın olduğu her yerde riya da yalan da bulunabilir. Hoca veya dindar da bundan arınmış değildir. Din gibi son derece etkileyici bir sosyal gücü daha ciddi biçimde anlamak yerine; hoca efendinin cinsel zaafını veya içki düşkünlüğünü öne çıkararak “cahil halkı” aydınlatmaya çalışmak pek de olumlu sonuç vermemiştir. Din toplumsal, siyasi, kültürel bir güç olarak yerli yerindedir.
Türkiye’nin sağcısı mukaddesatına dokunmaz, dokundurtmaz. Solcusu için zaten din bir tür çocukluk hastalığıdır. Toplum büyüyünce nasıl olsa yakayı bu hastalıktan silkecektir. Lakin günün birinde cenaze namazı için bile olsa imamın arkasında saf tutmak kaçınılmaz olur. O zaman “seküler insan” kendi kendine “ben ne yapıyorum yahu” diye düşünür. Fakat bereket versin uzun sürmez böyle sorgulamalar, iş sessiz sedasız geçiştirilir. Sol solluğuna, sağ sağlığına, din de dinliğine devam eder. Asayiş böylece berkemal olur.
Gelelim ikinci konuya. Yelocağı, Kemalizm meselesinden söz ederken, Ethem İzzet’in “On Yılın Romanı”nı ele almıştır. Romanda Mustafa Kemal’i çok seven Amerikalı profesör, Kemalizmin ilkelerinin dünyaya tanıtılması amacıyla kitap yazılmasını ister. Profesörün bu isteği belli ölçülerde hakikat olmuştur. Kemalizmin kitabı yazılmıştır. Bu işi Tekinalp’in daha iyi biçimde yaptığını söylemek yanlış olmaz. Mahmut Esat Bozkurt’un veya Recep Peker’in kitapları ile karşılaştırılırsa Tekinalp’in kitabı göz doldurmaktadır. Tekinalp entelektüel olarak Bozkurt ve Peker’den daha iyi bir performans sergilemektedir.
Böyle olmasına rağmen Tekinalp’e diğer ikisi kadar önem verildiğini söyleyemeyiz. Peker ile Bozkurt önemli devlet görevlerinde bulunurken Tekinalp, Halk Fırkası içinde bile sıyrılamamıştır. Entelektüel kapasitesine rağmen ekmeğini ticaretten kazanmıştır. Oysa bir buyruk, bir söz Tekinalp’in bütünüyle başka bir hayata yelken açmasına yol açabilirdi. Tekinalp’in kitabının alametifarikası gerçekten bir ideoloji inşa etmeye soyunmasıdır. Bunun için akıl yürütmüş, tutarlı kalmaya çalışmıştır. Oysa hem Bozkurt hem Peker güçlü tarafta olmanın bilinciyle yazarlar. Kemalizmin benzersizliğini ifade ederken de uzun boylu bir zihinsel çabaya gerek duymazlar. Oysa Tekinalp zihinsel bir çaba ile açıklama gayretindedir.
Sonuç tabi ki daha basit olmanın daha gelişmiş olana üstün gelmesidir. Tekinalp’in zihinsel çabası inkılaptan beklediği desteği bulamaz. Açıkça söylenmese de inkılap da Mahmut Esat Bozkurt gibi düşünmektedir. Türk’ün işlerini ancak Türk görebilir. Hem de öyle Tekinalp gibi sonradan olma değil, anadan doğma Türk’e emanet edilmelidir işler.