“Yankı odası” derken kastedilen şey malum: Ne içerden dışarıya ne de dışardan içeriye sözün ulaşmadığı dar bir çevre içinde hapsolma hali… Bu meselede ülkede kaç kişi kendini bu durumdan muaf hisseder emin değilim ancak bunun gün geçtikçe çok daha büyük bir kangrene doğru gittiğine şüphe yok.
Çok kaba bir genelleme olacak belki ancak Türkiye’de düşünceye dair güçlü tartışmaların yapıldığı dönemin üzerinden yaklaşık 60 yıl geçti. Çoğumuzun Türkiye’de düşünce tarihi üzerine kafa yorduğu aralığın 60-80 dönemi olduğunu göz önüne aldığımız zaman bunun bir tesadüf olmadığını da görüyoruz. Her şey elbette bu aralıktan ibaret değil. Öncesi ve sonrasıyla bir bütünlük arz etmesine rağmen ilgili yılların daha fazla çalışmaya konu olduğunu da yadsımak epey zor. Bu aralığı bir “altın çağ” olarak kutsama hatasını bir yana bırakıp dönemin kendi içindeki çelişkileri de göz ardı etmemek gerekir ancak bu yılların entelektüel hacminin ve üretiminin bugün hepimizi hala yakından ilgilendirdiğini de unutmamak lazım.
Bu dönemde gerek çeviri metinlerin gerekse siyasal kırılmaların daha belirgin hale gelmesiyle farklı düşünce ekollerinin daha köklü bir hal alması modern Türk siyasal düşüncesinin temellerini daha da sağlamlaştırmıştır. Ancak siyasal kırılmanın ve çatışmanın derinleşmesi farklı cenahların birbirine olan tahammülünü de giderek azaltmaya başlamıştır. “Öteki” imgesinin her geçen gün daha keskin hale geldiği politik kutuplaşma süreci, tarafların birbirini anlamaya çalışmaktan daha çok sert bir biçimde eleştirmesini de beraberinde getirmiştir. Bunu ilgili dönem itibariyle basit bir sağ-sol kutuplaşması şeklinde anlamak eksik bir yaklaşım olacaktır.
Akademik bir tartışma ortamında sert kutuplaşmaya geçişin arka planında entelektüellerin hangi siyasal düşüncenin penceresinden bakıyor olurlarsa olsunlar kaçınılmaz olarak siyasi pratiğe fazlasıyla angaje olmalarını yattığını söylemek yanlış olmayacaktır. Başka bir ifadeyle ülke içindeki siyasi güç dengelerinin konumu ve ülkedeki politik iklimin süratli bir şekilde değişiklik göstermesi entelektüel tartışmaların da seyrini daha güçlü bir biçimde belirlemeye başlamıştır. Buna bağlı olarak farklı düşünce çevrelerinin mevcut siyasi partilerle ve devletle kurdukları yakınlığın daha belirgin hale gelmesi düşünce tartışmalarının siyasi güç merkezleri arasındaki rekabete daha uygun hale gelmesi ile sonuçlanmıştır. Bir ülkedeki entelektüel tartışmaların ülkenin siyasi ikliminden yalıtık olması elbette beklenemez. Ancak akademik bir tarafgirlik ile siyasi bir tarafgirlik arasındaki sınırlar ortadan kalkmaya başlayınca entelektüellerin akademik bir arayıştan ziyade belirli politik çevrelerin sözcüsü haline gelmeye başlaması ülkedeki “yankı odalarının” artışına neden olmuştur.
Akademik arayış ve farklı görüşlerle diyaloğun aksamaya başladığı yerde ise söylenecek sözün baştan belli olma hali kendini göstermiştir. Bu yalnızca güncel siyasi tartışmalar için değil özellikle de ülkenin yakın dönem tarihini incelerken de ortaya çıkan bir gelişmedir. Yalnızca yaşadıkları döneme değil, geçmişe de nasıl bakılması gerektiğinin baştan belli olduğu ve sahip oldukları kavram setleri üzerinden inşa ettikleri önkabullerin hipotezden ziyade bir gerçeklik haline gelmesi, söylenen sözün doğruluğu üzerindeki şüpheleri giderek daha fazla ortadan kaldırmaya başlamıştır. Ülkenin tarihi ve günceli üzerine inşa edilen sözün kesinliği artmaya başladıkça akademik niteliği zayıflamaya ve farklı cenahların ilgili konulara dair kendi ezberlerini karşı tarafa dayatmaya başladığı bir nitelik kazanmıştır. Farklı merkezlerde üretilen “tartışmasız” gerçekliklerin aynı anda piyasaya sürülmesi ile biz yankı odalarının çok daha güçlü bir biçimde ülkedeki politik tartışmalara egemen olduğuna tanıklık ediyoruz.
Tarihin ve güncelin “gri” alanlarının terk edilmesi ile farklı görüşler arasındaki iletişimin neredeyse tamamen koptuğuna şahit olduk. Siyasi krizlerin ülkedeki entelektüel yaşam içindeki kutuplaşmayı da derinleştirmesi nedeniyle her bir tarafın giderek daha fazla içine kapandığını ve “öteki”ne benzeme endişesi yüzünden kendi evindeki kalıplaşmış yorumları tekrar etmeye başladığını görüyoruz. Farklı bir görüşe hak verme ihtimalinin dahi bir çeşit “yoldan çıkma” olarak idrak edildiği günümüzde kendi konforlu alanını terk etmek istemeyenler açısından ana akım yorum dışındaki her görüşün önemli riskler barındırdığını ifade etmek gerekir. Belirli dönemlerdeki siyasi yakınlaşmalar hiçbir zaman bir entelektüel diyalog olarak tezahür etmemiştir. 28 Şubat döneminde İslamcılarla sosyalistler arasında “Kemalist vesayet”e karşı ortaya çıkan yakınlaşma ya da 2002 sonrası süreçte “ulusalcılık” başlığı altında ülkücü-sosyalist-Kemalist ittifak girişimlerinin hiçbiri Türk düşüncesine önemli bir katkı sunmamıştır. Burada ifade edilmek istenen husus tüm bu pragmatik yakınlaşmalardan oldukça farklı, belirli bir döneme ait olmayan, konforlu alanları reddeden ve gerçek ölçülerde tabu kırıcı girişimlerin yokluğudur.
Bunun nasıl düzeleceğine dair oturduğumuz yerden reçete yazacak bir pozisyona sahip değiliz elbet. Yalnızca şunu ifade etmek mümkün olabilir: Hiç kimsenin tek başına haklı olmadığı bir mecrada entelektüellerin siyaset dışı davranması beklenemez ancak sözcülük pozisyonunu terk etmeleri beklenebilir. Çatışma derinleştikçe eleştirilerin özcü bir saldırıya doğru dönüştüğünü dikkate aldığımız zaman tarafların birbirini esasında bir eleştiriye değil bir yıkıma tabi tuttuğunu görüyoruz. Belki bu özcü yaklaşımların yeniden sorgulanması ve farklı fikirlere “doğuştan” gelen genetik bir rahatsızlık olarak bakılmaması ile başlayabiliriz. Ülkenin mevcut şartlarında farklı fikirlerin kolaylıkla “ulusal güvenlik” sorununa dönüşme ihtimalini göz ardı etmek mümkün değildir. Ancak Türkiye’de düşüncenin ve düşünmenin gelişmesine dair bir talep içindeysek buna bir yerlerden başlamak mecburiyetindeyiz. Yankı odalarının duvarlarını yıkarak başlamak sanıyorum en doğrusu.