Fatih Çalmaz
Rivayet taze… Filozofumuz Ali Akay “Foucault ile Kemal Tahir’i benzer kılan şeyler var, hiç düşündünüz mü?” diyesiymiş. Analitik zekâ gösterisine hazırlığımızı tamamladıysak epifani anına yoğunlaşalım. Zinhar bu soruya hazırlığımız yok. Cevabını da bilmiyoruz madem, akıl yürütelim: Foucault da Kemal Tahir de toplumun ana zembereği dışında kalanları (nötekileri) çokça işlemiştir. Daha da önemlisi her ikisi de iktidar ilişkilerine odaklanmıştır. Pırava! Yıl 2019. Da Kemal Tahir’i niçin Foucault sabiti üzerinden değerlendiriyoruz? Fransalara kadar onca yolu Tahir’i Foucault penetrasyonuyla anlatmak için mi gittik? (Yo, hayır / yapamaz bunu, yapmasın bana dünya / söyleyin /aynada iskeletini / görmeye kadar varan kaç / kaç kişi var şunun şurasında?)
Elbette öyle değil. Zamanın ruhunun ya da dünya sisteminin bize dayattığı meseleleri Kemal Tahir’in romanlarında bulmuş belli ki. İletişim çevresinin de meftun olduğu meseleler: Etnisite, cinsiyet, eşcinsellik, azınlıklar, öbürsüler ve iktidar… Yoksa Foucault tamam da Ali Akay ne anlar Türk edebiyatından Kemal Tahir’den. İktidar ilişkilerinin Türk topraklarında kendine has bir yapısının bulunduğunu Türk romanı (Kemal Tahir) öğretti bize. 1990’lar sonrasında Foucault’yu keşfedip iktidar üzerine afili cümleler kuran tayfanın bu ülkeyi hiç anlamadıklarını, düşünce dünyasının moda kavramlarını tercüme etmenin ötesine geçmediklerini görebilmek için Türk edebiyatını bilmek yeterliydi. Dün de konuyu ıskalamışlardı, 1990’larda da. Bugün de istikrarlarından bir şey kaybetmiş değiller.
İletişim çevresinin üzerinde bir hayalet dolaşıyor yıllardır. Uzun soluklu mevzi savaşının tay-tay anlarında akıllarına gelen hayalet: Kemal Tahir. Düzensiz aralıklarla havaya laf sıkıyorlar. Hesaplaşmaktan niyet okumaya, bükmekten kötü örneklem kotasına bir dizi hamleye muhatap oluyoruz. Bu kartelaya bir tırnakçı daha eklemlenmiş.
Akgezenler, Kuzey Duvarı, Turuncu Kafa Tormund
Yakın zamanda pedofili barındıran bir roman sebebiyle tartışmalar başladı. Aristo’yla başlayan tartışmalar bu mevzu üzerinden yeniden dolaşıma sokuldu. Yazar neyi yazar? Çizgi nerede? Yazarın yazması katharsis oluşturur mu? Kim alçak, kim edebiyatçı…?
Kendimizi sahneye alalım: Ahlakçılarımız anlaşılan suya sabuna dokunmayan bir edebiyat talep ediyorlar. Konu sübyancılığı ele almak değil bunun nasıl ele alındığıdır. Sübyancılar toplumda olduğu için bu konular romana giriyor, girecek. Romancı da böyle bir şey yokmuş gibi davranamaz. Övücü, “kirli” bir yaklaşım yoksa edebiyatçılar bununla yüzleşmeli. İslamcılar roman yazamaz diyen Dücane Cündioğlu’na hak mı verelim yani? Allah inandırsın Necip Fazıl’ın bile sübyancılarla ilgili iki hikâyesi var ki darlar insanı.
Hem ölmüşleri de işin içine katarsak bir çırpıda 40 yazarımızın müstehceni işlediğini sayabiliriz. Daha ilk (doğruysa) romanımız Taaşşuk’ı Talat ve Fıtnat’tan başlayıp köy edebiyatçılarımızdan çıkmamız, Adalet Ağaoğlu’yla Pınar Kür’de soluklanmamız oradan da günümüze Ayşe Kulin ve Elif Şafak’a varmamız icap eder. Lafı uzattık ki, pespayeleştirdik. Yani bu filmin vaat ettikleri fragmanının çok ilerisindeydi.
Bu tartışmalar başladığında ihalenin Kemal Tahir’de kalacağına bahse bile girmiştik. Gerçi ilk günlerde Ayşe Kulin ve Elif Şafak’ın adı karıştı bu tartışmalara. Ki ikisinin metinleri rahatsız edici olmakla birlikte konuya çocuk üzerinden bakıyorlar ve nasıl hastalıklı bir tutum içinde çocukların harcandıklarına dikkat çekiyorlardı. Ama laf dönüp dolaşıp Kemal Tahir’e gelecekti, gelmiş. Şaşırdık mı, hayır!
Birikim dergisinin internet sayfasına 1 Haziran 2019 tarihinde yüklenmiş “Edebiyatın Kırmızı Çizgisi” başlıklı yazısında Barış Özkul, “Zümrüt Apartmanı” adlı roman dolayısıyla yazarına yönelik müstehcen yayın kovuşturmasını ele almış. Özkul, edebiyatın ceza yargısının mütalaasına girmesinin abesliğini dile getiriyor. Dünyada eş değiştirme epizodundan dolayı Şekspir’in, baba katilliğini anlattığından dolayı Dostoyevski’nin, çocuklara hırsızlık yaptıran sempatik Fagin’den dolayı Dickens’in ve pedofili sahnelerinden dolayı Nabokov’un müstehceni teşvik kovuşturmasına maruz kalmadıklarını ve bu örnekler ışığında edebiyatın kendi kırmızı çizgilerinin olgun bir edebiyat iklimi tarafından çizilmesi gerektiğini vurguluyor. Hiç unutamam Dücane Cündioğlu (hayatımızda ilk defa yukarda referans verdik, bu son olsun) bir televizyon programında peşin satan esnaf duruşuyla “edebiyat ve sanat” hukukun hükümranlığına girecek son şeydir” demişti. Yazıda işin tuhaflaştığı yer ise Türk edebiyatından seçilen örnekte: “Ama Türk edebiyatı da bu konuda gayet zengin. Kemal Tahir’in Yediçınar Yaylası’nda tecavüz, soykırım, gasp suçlarını ballandıra ballandıra anlatan karakterler var. “Ermenilerin karılarına kızlarına şunları şunları yapmadan onları cehenneme göndermek yok” diyenler mesela… Şimdi bu karakterler Kemal Tahir’in kendisi midir yoksa Kemal Tahir bu suçları işleyenlerin özgül gerçekliğini mi anlatmaktadır? Bence ikincisi ama karakterlerinin Kemal Tahir’den birtakım izler taşıdığını ileri sürenlere de kulak vermek gerekir.” Hoppala paşam malkara keşan!
Anlaşılan Türk edebiyatından örnek kotası bir ile sınırlı ve Özkul bu örneklemi sağolsun Kemal Tahir’den seçiyor. Yetmiyor, üstelik yukardaki isimlere yapmadığı kıyağı (!) yapıyor. Çünkü Kemal Tahir’i “olumlamak değil haşa”yı göstermesi gerekli: “Yoksa”lı bir soru artı “bence” ile başlayan susturucu yorum ve “ama” (ahh o “ama” var ya) ile devam eden muhayyel muhataplara havale edici retorik.
Gevezeliği bırakıp topu doğrudan öbür sahaya yollayalım:
1- Muharrir bu paragrafın daha yoğunlaştırılmış halini sosyal medya hesabından da yayınlamış. Orada “Yediçınar üçlemesi” diyor. Tanıl Bora da bir yazısında aynı ifadeyi kullanıyordu. “Yediçınar üçlemesi” diye bir şeyin olup olmadığı tekrar gözden geçirilmeli.
2- Türk edebiyatının ilk romanında neredeyse izdivaçla sonuçlanacak bir ensest hikâyesi var.
3- Köy anlatılarımızda neler var neler? Gündemimizden çıkalı yıllar oldu.
4- Çift tırnak içine alınan ifade Kemal Tahir’in üslubuyla eşdeğer değil. Mealen değil lafzi alıntılara kulak veriyoruz.
5- Büyük romancılar müstehcen meselesini anlatırken “teşvik edici” ithamlarına maruz kalmıyor. Aynı iddianın Türk muhatabı Kemal Tahir ise yazarımıza göre “teşvik edici” (ballandıra ballandıra) olmuş olmuyor mu?
6- Kulak vermemiz gerekenler demek Kemal Tahir’in müstehcen, gasp ve kıyım düşkünlüğünü karakterlerine yansıttığını tespit etmişler. Yanlış anlamaya teşneyiz, bu yüzden cümleyi en indirimli tarifesiyle el alalım: Bu tespitle Kemal Tahir otobiyografik olmakla itham ediliyor ya da edenlere referans verilmiş olunuyor. Türk edebiyatının otobiyografik unsurları en az kullanan romancıların başındadır Tahir. Orhan Kemal’in özelinde köy romancılarının Kemal Tahir’e itirazları ‘çocuğu yok, babalığı anlatamaz; köyü görmedi, köyü anlatamaz vs.’ üzerinden ilerler. Otobiyografi marifetse sanatçı kurmacayı bıraksın hatırat yazsın. Ki Kemal Tahir hatırat yazmıyor sonuçta. “Beş romancı tartışıyor”da Kemal Tahir’e yönelik köy romancılarının hücumunun bugüne kadar gelmiş artçı söylemleri dışında kulak vermemizi istediği isimleri doğrusu merak ediyoruz. Hem bugün sanat ve kurmaca anlayışları açısından Özkul ve çevresinin o tartışmanın hücumcu tarafında durmadıkları ayan beyan ortadayken.
7- Barış Özkul, edebiyat eleştirisi anlayışını Kemal Tahir açılımıyla desteklemiş olmuyor. Burası tamam.
Kriminalizeyim, Kriminalizesin, Kriminalize
İletişim çevresi diye bir genelleme yapılması ne kadar doğru bilemem ancak ortak refleksleri olduğu bir gerçek. İstikrarlı bir şekilde 40 yıldır milliyetçilik karşıtı ve 1985-2015 arası kemalizm eleştirisi barındıran her sözü “neredeyse” otomatik doğru kabul eden bir yaklaşımları vardı. Tavırları bir takıntıya dönüştü diyordu fincancı katırlarını ürkütmemeye özen gösteren Can Kozanoğlu. Neyse ki üç dört yıldır “post post kemalizm” gündemleri var. Ancak tuhaf bir şekilde bu eleştirilerin muhatapları değillermiş gibi bir tutum içindeler. Bu yeni gündemi bir özeleştiri yapma gereği hissetmeden kolayca eleştirel silah olarak dolaşıma sokacaklarına dair işaretler var. Bütünüyle Türkiye’den soyutlanmış bir kemalizm eleştirisi, bütünüyle Türkiye’den soyutlanmış bir “post post kemalizm” eleştirisine dönüşmeye başlamış durumda. Kemalizm eleştirilerinin öğrenim çıktılarından biri şöyle formüle ediliyor: “Toptancılıktan kaçınmak. Tefrik edebilmek. Sözgelimi Falih Rıfkı’yla Hasan Âli Yücel’i, en azından Necip Fazıl’la Sezai Karakoç’u ayırt edebildiği kadar ayırt edebilmek. Sözgelimi Turan Güneş’le Turhan Feyzioğlu’nu ayırt edebilmek.” Biz de hem fikiriz. Hatta “tefrik etme” demişken; Türkiye sathının kültürel çıktısını -hadi meselenin maddi temelleri konusunda benzerlik tercihini savunmalarına ses etmesek de- batıyla karşılaştıracak bir genişliğe taşımalarını da bekleriz.
Kemalizmin bütünlüklü eleştirisinin ilk elebaşlarından Kemal Tahir hiçbir zaman İletişim çevresinin referansı olmadı. Niye? Çünkü bu çevrenin meselesi Kemalizmin batılaşma ayağı değil otoriter ayağıydı. Bu yüzden yayınlandıktan sonra hemen çevirdikleri Eric Jan Zürcher’in çizgisi daha münasip bulundu. Tahir, milliyetçi/özcü (!) barajına takılıyordu zira. Ayrıca katı bir batı karşıtlığından neşet eden “yerlilik” vurgusuna sahipti. Bu vurgunun mevcut siyasal iktidar tarafından “milli”likle lansmanı yapılınca geçmişin sandığı açıldı. “Yerlilik ve millilik” önce sağ siyasilerde, sonra Doktor Hikmet Kıvılcımlı’da tespit edildi. Sonrası malum… Kemal Tahir dolaşıma sokuldu.
Birikim’in Ekim 2018 sayında “Kemal Tahir’de halk’ın ‘karanlık’ yüzü” başlıklı bir yazı yayınlandı. Yazı makinası Tanıl Bora’nın kıskıvrak, alıntıyı hulasa ediveren müthiş dili bu yazıda düzleşmiş ve ‘ünlem baladı’na dönüşmüş görünüyor. Tıkanıklığın, ihtiyatlığın nedenleri olmalı. Yazısının girişinden: “Kemal Tahir, halkçı veya popülist bir solculuğun mümessili olarak görülen bir edebiyatçı ve düşünce insanıdır – kendisinin de bu tanıma itirazı olmazdı. Bu halkçılık, ona atfedilen yerlilik ve millilik sıfatlayla da birleşir – özellikle son dönemlerinde kendisinin de buna itirazı olmazdı”. Hem de nasıl olurdu: “Bak baak görünecek de beni hizalayacak…” diye başlayabilir, “…aydın küstahlığının ve ahmaklığının…” diye devam edebilirdi mesela. Zamanın siyasi tercihine uyum sağlamak için vurgulandığı düşüncesi yaratılmak isteniyor. Sanki Kemal Tahir yarım yüzyıl önce bile isteye bugünün iktidarına, onun siyasal tercihlerine uygun bir yorum yapmış gibi düşünmemiz isteniyor. “Yerli” ve “milli” teğellenip Kemal Tahir’in yakasına iğneleniyor. (Tomris Uyar matrağı: Millilikten vazgeçmeden evrensel, yerellikten vazgeçmeden milli… geriye doğru ver elini şizofreni!) Tefrik edelim: “Yerlilik” Kemal Tahir’in mülküdür evet. “Milli” şubeye ise haza Metin Erksan ve İsmet Özel bakıyor. Yanlış anlama kotamızı da burada kullanalım: Kemal Tahir yaşasaydı Ak Partiye oy verirdi demenin yandan yemişi bu. İnsaf! 46 yıl önce rahmetli olmuş adam konuşturuluyor. Kemal Tahir’in MNP-MSP çizgisine sempatiyle baktığı tek bir cümle var mı? Sol ilahiyat dosyaları yapılırken ya da başlarda mevcut siyasal iktidarla sempatik sempatik oynaşılırken… Ne âlâ memleket.
İletişim Çevresi ve Türevlerinin Kemal Tahir Çıktısı
1- “Kemal Tahir gibi kadın düşmanı…”: 90 sonrası Kemal Tahir’in bahsinin geçtiği edebiyat söyleşilerinin “trend topic” sorusu. Üzerinde tartışılmış, uzlaşı sağlanmış gibi “güreşmeksizin üste çıkmak üzere seferber edilen” bu soruyla söyleşen; söyleştiğini yönlendirmek, Tahir’in kadın düşmanı, ataerkil olduğunu ikrar ettirmek ister. Tartışmayı ilerletmek değil kapatmak üzere devrededir. (Örnek olarak Yılmaz Varol’un Leyla Erbil’le yaptığı söyleşiye bakılabilir.)
2- Feci cinsiyetçi dil: İletişim çevresinin arka kapak yazı raconu havuzundan fırlamış bir argüman. Bugünün duyarlılıklarının geçmiş dönemlerde bulunmadığı keşfinin hazzına yaslıdır. Şu ana kadar böyle bir ciddi çalışma yapılmamış olmasına rağmen dillerden düşmeyen bu “hacıyatmaz” eleştiri kıyamete kadar sürecek gibi.
3- Diyalog yoğunluklu romanlar: Talihi yaver giden bir eleştiri cümlesinin zamandan ve mekândan münezzehleşip herkesin ağzında sakız olmasının örneklerinden. Türk romanı eleştirisinin baronu Fethi Naci’nin Kemal Tahir’i kanonun dışına çıkarmak için çabaladığı yıllarda ortaya attığı ve Büyük Mal üzerinden tespit ettiği diyalog-roman eleştirisi, çeşitli yakıştırmalar ve yapıştırmalarla günümüze kadar gelmiştir. Kemal Tahir’in bütün romanlarının konuşmalardan ibaret olduğu (bitmek bilmeyen diyaloglar, daha doğrusu birleştirilmiş monologlar…) vehmi bu eleştiriyi genel geçer hale getirmiştir. Buradaki dert, Türk romanının kurulumunda diyalogun rolünü anlama çabası değil, Kemal Tahir’in romanlarını, diyalogların yoğunluğu gerekçesiyle hafifleştirmektir. Öyle olmasa mesela Orhan Kemal’in romanlarının diyalog ağırlığına dikkat kesilen metin yazılırdı. Koskoca Orhan Kemal bile unutuldu ya bu ülkede.
4- Cinselliğin anlatımı: “Cinselliği bu kadar güzel nasıl anlatıyorsunuz” sorusu ya da “çok fazla cinsellik var” yargısı üzerinden ilerleyen düşük bir seviye tespit ikliminin ürünüdür. Kemal Tahir’in cinsellik anlatısındaki rahat tavrının neden olduğu bir karmaşa. Şöyle Gabriel Garcia Marques özelinde büyülü gerçekçi anlatılardaki gibi cinselliği bir gerilim anaforuna sarıp sarmalasaydı ya! (Bunun tipik örneği Adalet Ağaoğlu’nun Kemal Tahir’e doğrudan yönelttiği sorudur.)
5- Baştan çıkarıcı: Tevellüdü yeni. Oğuz Atay’ın modernist çarpıntılarla yazdığı ilk dönem romanlarına övgüler düzüldükten sonra Bir Bilim Adamının Romanı ile birlikte bu üslubu terk edip klasik anlatıya geçmesinin sorumlusu olarak Kemal Tahir’in gösterilmesidir. Bu argümana göre, Atay’ın Türkiye’nin Ruhu’nu yazma niyeti, hem üslubunun hem de meselelerinin değişmeye başlaması Kemal Tahir’le tanışıklığı sonrasında ortaya çıkmıştır. Bu süreçle birlikte Oğuz Atay’ın eserlerinde güya giderek teknik nitelik kaybı yaşanmıştır. (Birikim Dergisinin Oğuz Atay dosyasında modernist anlatıdan klasik anlatıya “rûcu hali”nin ağıtını yakan bir yazı bulunmakta). Bir Bilim Adamının Romanı’nın edebi nitelik olarak önceki eserlerinin gerisinde olduğu iddiasını Yalçın Küçük’e havale ediyoruz.
İletişim çevresinin ve türevlerinin stokunda bulunan Kemal Tahir repertuarının aşağı yukarı toptan dökümü böyle yapılabilir. Ha unutmadan camianın ağır abisi Murat Belge’nin onca Kemal Tahir takıntısı sonrası “Kemal Tahir’de çeşitli etnik önyargılar görmek mümkündür, ama bilinçli ve sistemli bir zenofobisi yoktur. Ermenilere ise özellikle sempati duyar.” demesini sakalet düşkünlüğü hanesine kaydedelim ve trençkot çetesi olarak yazımızı sol yumruğumuz havada sonlandıralım: Kemal Tahir, İletişim kilisesinin ve türevlerinin cübbesine sığacak adam değildir.
*Bu makale Türkiye Notları dergisinin 7. sayısında neşredilmiştir.