Türkiye’nin önde gelen Marksist aydınlarından Sungur Savran, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılı kapsamında yayınlanan muhasebe çalışmalarına “Bir İhtilal Olarak Millî Mücadele” başlıklı kitabıyla bir yenisini ekledi. Savran’ın bu çalışmadaki temel iddiası Millî Mücadele sürecini tam anlamıyla bir sınıfsal okumaya tabi tutmaktır. Cumhuriyetin kuruluş sürecine dönük olarak Türkiye’deki literatürün aşırı savunmacı metinler ile sınıfsal temeli reddeden eleştiriler arasında ikiye bölünmesinden duyduğu rahatsızlığı alternatif bir okuma yapmak suretiyle giderme fikriyle bu çalışmayı kaleme aldığını görüyoruz. Savran giriş bölümünde Türkiye’de bu konuda etkili olan iki önemli görüşten bahsetmektedir. Bunlardan biri sol Kemalizm diğeri de sol liberalizmdir. Savran her ikisiyle geçmişten bugüne kadar girdiği mücadelenin öneminden bahsetmekte ve bu konudaki görevini yerine getirmenin yarattığı özgüven ile bu alanda yeni bir mecra açma girişiminde bulunmaktadır. Ancak bu noktada sol liberalizm ile Birikim çevresini ağırlıklı olarak kastettiği anlaşılır olmakla birlikte sol Kemalizmden neyi kastettiği oldukça muğlaktır. Burada sol Kemalizm üzerine bir tartışma yapmak yersizdir. Ancak Millî Mücadele üzerine kaleme alınan ve son 20 yıla ağırlığını koyan metinler kastediliyorsa bu çalışmaları sol Kemalizm üzerinden tanımlamak bu konuyla ilgili ya bilgi sahibi olmamanın ya da var olanı kasıtlı olarak eğip bükmenin bir göstergesi olabilir. Zira son dönemde ortaya çıkan metinler 12 Eylül’ün ve popüler ulusalcı siyasi kültürün aşırı savunmacı metinleridir ve hiçbirinin 1960’lardan miras bir sol Kemalist yorumu temsil etme iddiası bulunmamaktadır. Öte yandan sol Kemalist yorum Avcıoğlu, Berkes, Selçuk, Kansu ve Akbal gibi sosyalist karakterli aydınların eleştirel tutumlarını içinde barındırdığı için ne yöntem olarak ne de içerik olarak Savran’ın bahsettiği metinlerle eşleştirilemez.
Savran, bu dönemin sınıfsal analizini yönetici burjuvazi ile yönetilen köylü arasındaki çelişki üzerine inşa etmektedir. Marksist analizlerin sınıfsal çelişki üzerine kurulu olması dönemi açıklayabilme kabiliyeti anlamında önemli ipuçları vermesine rağmen çelişkinin taraflarını tanımlama konusunda yeterli bir açıklama yapılmamıştır. Burjuvazi ile köylü arasındaki çatışmayı ortaya koyarken yöneten-yönetilen ayrımını merkeze almış hatta bunu bir tür ezen-ezilen ilişkisi içinde açıklamaya çalışmıştır. Ancak örnek olarak Mustafa Kemal ve çevresinin neden “burjuva” olduğuna dair açıklama yapılmamıştır. Mustafa Kemal ve çevresinin 19 Mayıs sonrasında merkeziyetçi bir anlayış içinde Anadolu’daki dağınık görüntüyü toparlamaya çalışan bir güç merkezi yarattığı elbette tartışmaya açık değildir. Ancak yalnızca yönetim gücüne bağlı olarak Millî Mücadele sürecinde temel karar alıcı mekanizmasına gelmesi ile “burjuva” olması arasındaki ilişkiyi nereye oturtmamız gerektiği konusunda daha derinlikli bir analizin yapılması okuyucu açısından konuyu daha anlaşılır kılabilirdi.
Öte yandan işgal sürecinde kurulan ve otonomist karakterdeki Kuva-yı Milliye çeteleri ise merkezi otoriteye karşı direnen köylü sınıfını temsil etmektedir. Savran bu grupları tanımlarken “halkı temsil etme” kapasitesi üzerinden M. Kemal’i dar bir alana sıkıştırmakta ve “kitlesiz devrim” tanımıyla Kurtuluş Savaşı’nı klasik post-Kemalist anlatıdaki dar grupçuluk ile açıklamayı tercih etmektedir. Anadolu’daki işgal karşıtı çetelere köylülük başlığı altında toplu bir emekçi karakteri verirken bu açıklamadaki sınıfsal homojenitenin nasıl ortaya çıktığına dair de bir açıklama yapmamıştır. Osmanlı’da merkezi otoritenin çöküşüne bağlı olarak yerel alanda ortaya çıkan (sanki Millî Mücadeleye hiç dahil olmamışlar gibi) yeni güç merkezlerini, toprak mülkiyeti üzerine kurulu sınıfsal farklılaşmayı, iltizam sisteminin yarattığı ayan sınıfını, eşrafın taşradaki gücünü ve aşiret yapısını sanki görmezden geliyor gibidir. Hiçbir şekilde sınıfsal homojenite ile açıklanamayacak bu toplamı tek bir kavrama indirgeyerek çatışmanın tarafını belirlemeye çalışmak esasında Anadolu’daki üretim ilişkileri içinde oluşan farklı toplumsal sınıfları ve/veya grupları, bunlar arasındaki çatışmayı ve ilişkiyi yok saymak anlamına da gelmektedir.
Ancak ilerleyen sayfalarda karşılaştığımız durum Savran’ın bu konuyu neden bu şekilde açıklamaya çalıştığını daha belirgin hale getiriyor. Zira Savran bu süreci Anadolu’daki direnişin niteliğini SSCB ile ilişkilere göre belirleme eğilimi gösteriyor. Enver Paşa’nın Moskova ile kurmaya çalıştığı yakınlığı fazlasıyla ön plana çıkarırken öte yandan Yeşil Ordu Cemiyeti’ne alternatif bir kurtarıcı rol biçerek Mustafa Kemal’in süreç içindeki galibiyetini sosyalizme kurulacak ilişkinin yenilgisi olarak görüyor. Çerkes Ethem meselesinde de aynı konuyu dile getiren Savran, Anadolu’daki köylü toplamın sosyalizme yakın karakterini oldukça iddialı bir biçimde ortaya koyarak esasında SSCB ile anlaşıp ülkeye sosyalizm gelmesi ihtimali kuvvetliyken Mustafa Kemal’in “burjuva” karakterli dar grubu köylü kitleleri ezmek suretiyle düzenli orduya geçmiş, tüm muhaliflerini ortadan kaldırarak Anadolu halkının esas taleplerine aykırı bir biçimde süreci yönetmiştir. Mustafa Kemal’e olan muhalefetin dar gruba karşı bütün bir halkı temsil ettiği ve bu emekçi köylü toplamın sosyalizme olan yakınlığı ciddi belgelerle desteklenmek yerine muhalif kanattaki tekil örneklerin SSCB ile kurduğu ilişki pragmatik mi ilkesel mi olup olmadığı test edilmeden doğrudan ilkesel bir yakınlık ile açıklanmış ve bu kişilerin kurdukları irtibat üzerinden temsil ettiği kitlelerin adına da konuşan bir yaklaşım tercih edilmiştir.
Öte yandan “burjuva” olarak tanımlanan karar alıcı grubun da sınıfsal bir analizi yapılmamıştır. Belirli ön kabuller üzerinden mesleklerine ve sahip oldukları siyasi güce bakılarak yapılan açıklama yönetici kadronun sınıfsal temelde homojen bir bütünlük gibi görünmesini de beraberinde getirmektedir. Tartışmasız yekpare bir yapı olarak görülen yönetici kadronun bu kadar çatışmasız ve uyumlu görünmesinin savaş koşullarında yalnızca geçici bir yanılsama olduğu, kimin hangi niyet ve çaba ile siyasal sürece müdahale etmeye çalıştığı, yönetici kadro içindeki çatışma ve farklılıkların yoğunluğu göz ardı edilerek de böyle bir indirgemeci tutuma sahip olmak yine açıklayıcı değildir.
Kitabın son bölümünde önemli bir kısmın Mustafa Suphi meselesine ayrıldığı görülecektir. Bu konuda da yine oldukça iddialı bir tutuma sahip olan Savran bu tartışmaya son noktayı koyan ve meselenin esasını keşfeden bir özgüvenle uzun bir bölüm kaleme almıştır. Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katlinin failini ararken Mustafa Kemal-Enver Paşa arasında devam eden tartışmada Enver Paşa’yı esas fail olarak göstermek suretiyle bu tartışmaya noktayı koymaktadır. Enver Paşa’nın Mustafa Suphi ile Birinci Doğu Halkları Kurultayı’nda yaşadığı gerginliği de gerekçe göstererek yaptığı açıklama Mustafa Kemal’i sürecin dışına itmektedir. Ancak Savran bu noktada önemli bir şerh düşmektedir. Mustafa Kemal’in bu meselenin dışında kalması kendisini hiçbir şekilde Kemalist yapmamaktadır. Zira Savran yine gerekli bir açıklama sunmadan Mustafa Kemal’in doğrudan olmasa da dolaylı olarak bu sürece dahil olduğu 1-2 cümle ile ifade etmektedir. Çevreden gelecek “Kemalistleşme” endişesine karşı metnin içine bariyerler ören Savran’ın çekincelerle yüklü bu metni alternatif bir okuma yapmak isteyenler açısından elbette çeşitli fikirler sunmaktadır. Ancak Savran’ın kanaatlerini de yoğun olarak içeren bu metin Savran’ın perspektifinde “gerçek” anlamda sosyalistlerin bu meseleyi nasıl okuması gerektiğine dair bir kılavuz olma niteliği taşımaktadır. Kemalist savunmacı ve sol liberal kimlikçi metinlere karşılık olarak sınıfsal bir alternatif sunan bu çalışma sol liberal tarih okuması içindeki post-Kemalist tutuma bir alternatif oluşturmaktan ziyade post-Kemalist anlatının sınıfsal bir temsili olarak görülmelidir.