9 Temmuz 2023 tarihli Yenişafak gazetesinde Prof. Dr. Yasin Aktay “Aynada iskeletini görmeye kadar varan kaç kişi var?” başlıklı bir makale yayınladı.
Makalede benim dikkatimi, Aktay’ın “çok değer verdiği milliyetçi bir sosyolog arkadaş” çekti. Benim, Natuk Baytan filmlerinde Kara Murat’ı arayan kral ya da voyvodalardan farklı olarak bir tahminim var elbette ama yine de âdet yerini bulsun diye sorayım: “Söyleyin, hanginiz Kara Murat?” Kara Murat ortaya çıkana kadar birkaç kelam etmeme müsaade vardır belki.
Öncelikli olarak meselenin Fransa ve Fransızlar üzerinden tartışılmasına elbette şaşırmadık. Çünkü milletlerin devletler tarafından yaratıldığını iddia edenlerin üzerinde durabildikleri, durabilecekleri en mütekamil örnek Fransa gibi gözükmektedir. Onu döndüre döndüre anlatmayı pek severler. Avrupa’nın geri kalanında da elbette devletler vatandaşlarına, vatandaşları olmaları dolayısıyla kazandıkları buyurucu gücün de verdiği hak ve yetkiyle birer elbise biçmeyi denemişlerdir ancak hiçbir elbise Fransa’daki gibi olmamıştır. Yasin Aktay’ın ısrarla görmezden geldiği Smith’in de dikkat çektiği gibi “Verona’nın düşman aileleri için olduğu gibi (…) bir gül başka bir adla kesinlikle aynı güzellikte kokmaz.”
Sayın Aktay Gellner, Hobsbawm, Anderson, Giddens gibi meşhur “tarihçi sosyologların” tezlerinin ulusalcıları en başından beri rahatsız ettiğini ifade ediyor. Öncelikle, bana kalırsa, Giddens’ı diğer üç araştırmacıdan ayrı bir çerçevede değerlendirmek elzemdir. Ebette diğer üç araştırmacı da ayrı ayrı değerlendirilmesi gereken kimselerdir ve milliyetçilik literatürüne değerli katkılar sunmuşlardır. Bunların çalışmalarına getirilen eleştiriler ise ulusalcıların bu kimselerin tezlerinden duydukları rahatsızlığın değil bu kimselerin tezlerinin indirgemeci vasfına karşı verdikleri cevaplardır. Burada esas üzerinde durulması gereken ise özellikle İslamcıların ve sosyologların neden özellikle bu üç ismin milliyetçilik yorumlarını aşamadıkları, oraya saplanıp ya da saklanıp kaldıklarıdır. Bir diğer deyişle bu araştırmacılara karşı ulusalcıların amansız bir tepkisinden ziyade Türkiye’deki İslamcıların ve sosyalistlerin önemli bir kısmının duydukları ”çatlayacak kadar aşkî” tutku söz konusudur.
Çok uzatma taraflısı değilim. Altını çizmek, dikkat çekmek istediğim birkaç husus var sadece.
- Fransa’yı mı tartışıyoruz yoksa genel olarak milletleri ve milliyetçilikleri mi? Fransa’yı tartışıyorsak ayrı ama Fransa’yı tartışmıyorsak, meseleye taalluk eden her şeyi tipik batılı bıkmışlığıyla bir torbaya doldurup bunun adına da analiz ya da sosyolojik çözümleme deme alışkanlığını terk edelim. Zira milliyetçilik, hadi Fransa’dakinin bir ilk örnek olduğunu kabul edelim, bir tecrübe aktarım süreci olarak değerlendirilebilir ki bu da birbirinden farklı yüzlerce, belki binlerce milliyetçilik olduğu anlamına gelecektir. Bu durum da zaten, milliyetçilik araştırmacılarının isabetle dikkat çektikleri gibi, efradını cami ağyarını mâni bir milliyetçilik tanımı geliştirmemizin önündeki en büyük engellerden birisi olarak belirmektedir. Bu vaziyet üzerine düşünmek yerine “Tamam işte, milletler devletler tarafından yaratılmıştır” deyip peşine de bir kaçış rampası oluşturmak amacıyla “tabii ki devletler hiç yoktan da imal etmediler” demek de bir seçenek.
- Milliyetçilik elbette modern bir ideolojidir. Milliyetçiliği tanımlamak üzere yola çıkan araştırmacıların üzerinde uzlaştıkları nokta genellikle modernite ve kapitalizm ile birlikte milliyetçiliğin biçim değiştirdiği ve etki alanını genişlettiğidir. Ancak Umut Özkırımlı’nın da isabetle belirttiği gibi milliyetçilik her şeyden önce bilinci şekillendiren ve dünyayı anlamlandırmayı sağlayan bir söylem; toplu kimlikleri, günlük konuşmaları, davranış ve tutumları yönlendiren bir görme ve yorumlama, bir algılama biçimidir. Ve bir kez daha tekrar etme pahasına bu algılama, görme, açıklama biçimleri ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye, kültürden kültüre derin farklılıklar göstermektedir. Devletlerin modern dönemde milletle kurdukları ilişkinin tek yönlü olduğuna dair neredeyse kutsî düzeydeki inanışı sarsmak benim işim değil ama kargadan yani Fransa’dan başka kuşların da olduğu; bu kuşların tarihsel ve sosyolojik tecrübelerinde milletlerin de devleti biçimlendirebildiğini ıskalamayın demek isterim.
- Levent Ünsaldı hocanın yazdıkları ile alakalı çok fazla şey demek istemem. Ama bir anımı paylaşmak isterim. Levent hoca Fransa’da tutunamayıp dönmüş dedikodusunu bir hocamla paylaştığımda şöyle demişti: “Tabii, bize Bourdieu anlatmak kolay ve prestijliydi. Fransızlar Bourdieu’ye doymuş demek ki.” Heretik ile yaptığı işin kıymetli olduğu düşüncemi de belirtmeden geçmeyeyim.
Milliyetçilikle ilgilenip önemserken genellemelerden uzak durmaya gayret ediyorum. Ama Türkiye’de, özellikle akademyada süslü cümleler ve batılı metinlere atıflar ihtiva etmeyen iddialı genellemeler daha revaçta. Hasan Hüseyin Bahadır anlatmıştı, çok yaşasın. Adalet Ağaoğlu üzerine tez yazacak birisiyle tanışmış. Tanıştığı kişinin daha Ağaoğlu’nu okumadığını öğrenince nedenini sormuş adabınca. Aldığı cevap Türkiye özeti gibi: “Ben Foucoult’nun x kavramlaştırması çerçevesinde Ağaoğlu romanlarını değerlendireceğim o yüzden önce Foucoult okuyorum.” Ne diyeyim, kitabını Kayseri otogarında tanıştığı adama ithaf eden Jean François-Bayart kadar buralı olamayanlara.
Yasin Aktay madem İsmet Özel’den bir mısra atmış yazısının başlığına, ben de son sözü ondan birkaç mısra ile edeyim:
“bırakıp sözlerimin kalıntılarını
açıkça konuşmak istiyorum.
Besbelli ki leşler koruyor şehrin bedenlerini”