Cumhuriyet’in “gerçek” tarihinin, tarih kitaplarında aranmayacağını öğreneli çok oldu. Özellikle de son iki yüzyıllık tarihimizin. İyi Osmanlı tarihçilerimiz oldu, Eski Türk devletleri tarihçilerimiz oldu, kültür tarihçilerimiz de oldu. Ama iş son iki yüzyıla gelince özellikle de düşünce akımları ve de kültür tarihinde ideolojik tutumlar başlıyor. Her klanın “adamı” kendi açısından yazıyor tarihi. Ortaya çıkan şey de en iyi niyetli tabirle tevatür diyebileceğimiz bir “şey”. Netice olarak Türkiye’nin son iki yüzyılını siyasi, toplumsal ve kültürel olarak okumak ve çözümlemek epey zorlaşıyor. Tabi klanların zihinsel konforu ile kendilerine yontmacı analizleri size yetmiyorsa. Klanlar derken en başta iki büyük klanı kastediyorum: Malumatfuruş ve Kemalizmin antitezlerini üretme çabası dışında ortaya bir şey koyamayan Türk İslamcılığı ve kendi içlerinde farklı kliklere ayrılsalar da özünde hepsi kendilerine “uzak” fikirlere tahammülsüz olan Stalinist Türk Solu . Bu iki kol da son iki yüzyıl hakkında bazı parlak istisnalar dışında zihnimizi açacak bir şey veremiyorlar bize. Bu iki klanın dışında kalanlar ise zaten her şeyden önce görünürlük problemi ile karşı karşıya kalıyorlar. Görünür olduklarında veya biri onları arayıp da bulduğunda kuru ve kronolojik bir tarih anlatısı çıkıyor karşımıza.
Fethi Naci’nin “Cumhuriyet’in gerçek tarihi romanlardan öğrenilir” şeklinde çok doğru ancak bana göre biraz eksik bir tespiti var. Çok doğru, çünkü mesela Reşat Nuri’nin Kavak Yelleri kadar yirmili ve otuzlu yılların Türkiye taşrasının toplumsal yapısı üzerine düşünmeye zorlayacak bir “akademik” kitap var mı emin değilim. Fethi Naci’nin tespitinde eksiklik var çünkü Cumhuriyet’in gerçek tarihi romanlardan olduğu kadar hatıratlardan da öğrenilir, öğrenilmeli. Tabi hatırat sahibinin de bir insan olduğunu ve her insanın az ya da çok mübalağacı hatta yalancı olabileceğini asla unutmamak kaydıyla. Tıpkı her insanın az ya da çok çeşitli bakımlardan erdem sahibi olabileceği gibi. Tüm hatırat sahipleri tarafsız yazdıklarını iddia ederler. Ancak insanın tarafsız olması ne kadar mümkün? Hele bir de kendisini yargılıyorsa.
Bizim geleneğimizde hatıra yazma ya da günlük tutma yok. Tanzimat’tan sonra başlıyor biraz. Milli Mücadele sonrasında kurmaylar hatıralarını yazıyorlar. Bürokraside Hariciyeciler güzel ve derli toplu yazıyorlar. Ama kuru. Çok heyecan vermiyorlar. Bulundukları başkentten merkeze diplomatik havadis yazar gibi yazmış çoğu. Epey done sağlayabileceği düşünülebilecek İçişleri memurlarının anıları çoğunlukla her şeyden önce dil bakımından özensiz. Cumhuriyet’in bürokrat sınıfını gözümüzde büyüttüğümüzü düşündürecek kadar hem de. Gazetecilerin anıları akıcı ve güzel. Onların kusuru fazla düşmanca yazmaları. Meslek hastalığı olabilir. Asıl cevherler ise her zaman olduğu gibi derinlerde. Kimsenin önemsemediklerinde. Görünmeyenlerde. Oldukça sıradan yaşayıp gitmiş bir insanın anılarında dönemini özetleyiveren enteresan bir gözlem olabiliyor. Bu “sıradan” insanın günlük yaşamının hayhuyu içinde gördüğü, önem vermediği bir rutini büyük kapılar açabiliyor dikkatli okuyucuya.
Tabi işin bir de yayıncı boyutu var. Yayınevleri çok “ünlü” insanlar dışında (buradaki ünlü herhangi bir sebeple toplumsal tanınırlığa ulaşmış insan demek. Yani bir siyasetçi de olabilir bu, bir manken de) hatırat basmak istemiyorlar. Haklılar, çünkü bassalar da satamıyorlar. Ayrıca yayınevlerinin kendilerince “durdukları” yerler var. Bu durulan yer de diğer türlerde olduğu gibi hatırat basımında da niteliğin ve içeriğin önüne geçiyor. Klancılık belası burada da çıkıyoruz karşımıza yani. Böylece biz de giderek bu güzel türden mahrum kalıyoruz. Doğal olarak Cumhuriyet’in “gerçek” tarihi de bulanıklaşıyor. Gerçek tarih o tarihi yaşayanların, yaşatanların ve dikkatli bir şekilde izleyenlerin zihninde ve kalbinde. Bundan sonra da hep öyle olacak. Bence.