İsmail Karmaskalı ile Amsterdam’da bir kafede oturmuş sohbet ediyorduk. Kahvelerimiz yeni gelmişti, birer yudum aldık ki Karmaskalı başladı: “Yahu üstadım, bak mesela bu kahve, bunu Avrupa içlerine kadar taşımışız. Adamlar şimdi elli çeşidini yapıyorlar bunun. Şimdi düşünceyi de bu kahveyi de ithal ediyoruz.” Anlaşılan o ki arkadaşımın “zihni bu devriden, bu şehirden çok uzaktaydı.” Ben de kafası dağılsın diye bir memleket hikâyesi anlattım ona. Unuttu sanmıştım. Geçen gün “Söyleyin Hanginiz Kara Murat” yazısında bu hikâyeden bahsedince şaşırdım. Madem dostumuz bu hikâyeden bahsetti o vakit sizlere de anlatmak farz oldu diye düşündüm.
Şimdi efendim vakıa 2005-2006 yılları arasında Beyoğlu’nda Lamelif Sahaf’ta cereyan ediyor. Çok yaşasın Murat Uncu’nun bu güzel dükkânına hafta sonları uğrar eşelenip dururdum. Yine böyle bir gün ben raflara göz gezdirirken bir kız girdi içeri. “Müfide Ferit Tek’in, Aydemir romanı var mı?” diye sordu. Bu, pek aranıp sorulan bir kitap olmadığı için dikkatimi çekti. “Ne yapacaksınız onunla, bir ödev filan mı?” diye sordum. Kız, yüksek lisans yaptığını, hocalarının bu romanı okumalarını istediğini söyledi. Hangi üniversitede yüksek lisans yaptığını sordum. “Sabancı Üniversitesi” diye cevap verdi. Buraya kadarki muhaveremiz normal şartlar içinde cereyan etti. Ben, üzerime ne vazifeyse, “Ne ile ilgili çalışıyorsunuz?” dedim. Belli ki dükkânda epey uzun süredir kitaplarla haşır neşir olduğumdan dilim şişmişti.
Muhatabım “Kalçıral stadiyes!” diye cevap verince afalladım. Eh İngilizcenin cahili olmadığımızı belli etmek gerekirdi. Kültürel çalışmalar diye anında çeviriyi patlattım. “Tamam da nasıl kültürel çalışmalar, biraz açıklar mısınız?” dedim. Böylelikle sohbetin yine Türk karasuları içinde geçeceğini düşünüyordum. Sen Kardak’a bayrak dikersin de rakibin durur mu? “İngilizce anlatsam olur mu?” dedi. İkimizin de anadilinin Türkçe olduğunu, İstanbul’da, Beyoğlu’nda bir sahafta karşılaştığımızı düşünürsek bu istek biraz garipti. Muhatabım da bunu bakışlarımdan anlamış olmalı ki “Türkçe anlatmak biraz zor oluyor da” dedi. İşte gözü kör olsun hep Türkçe’nin bilim dili olarak yetersizliğinden kaynaklanıyordu bunlar. Fakat bende bunu anlayacak kafa nerede. “Yok, Türkçe anlatın” dedim. “Fakiri ne kadar zora koştum kim bilir” diye düşünüyordum, vallahi duraksamaksızın şöyle dedi:
“Eee, Michel Foucault’u biliyorsunuz değil mi?” Bilmesek terbiyesizlik olur. Millenyumun bilmem kaçıncı yılında böyle bir cahillik gösterilir mi? Hem o sıralar üstadın kitaplarını bolca görüyoruz raflarda. Hiçbir yerden olmasa kitapçıdan biliriz. “İşte ben Foucault’un teorileri üzerinden Adalet Ağaoğlu’nun romanlarını inceleyen bir tez yazacağım” dedi. Bu tez yazıldı mı, yazıldıysa neler bulundu bilmiyorum. Fakat o günden bu güne Türk sosyal bilimlerinin bu minvalde pek sık gezindiğini biliyorum. Muhatabıma hiçbir şey diyemedim. Fakat o günden beri bu yolculuğun rotasının biraz yanlış çizildiğini düşünürüm. Yani evvelemirde Adalet Ağaoğlu’nun romanlarını okumak ve o romanı yaratan koşulları anlamaya çalıştıktan sonra Fransalara uzanmak gerekmez mi? Niye seyrüsefere Foucault’dan bu tarafa doğru başlıyoruz? Anadilimizin söz imkânlarını zorlayacak yeterlilikte olmadığımız kanaatindeyken, İngilizce ilim yapmaya kalkıyoruz?
Ben hikâyeyi bitirince İsmail Karmaskalı gevrek gevrek güldü. “Niye gülüyorsun?” diye sordum. “Amsterdam’da bir kafedesin, güya dünya vatandaşısın, yine de uzaklaşamıyorsun memleketten” dedi. Düşündüm haklıydı. Ardından adam işi Horatius’a kadar bağladı: “Niye gülmeyeyim, bu anlattığın senin hikâyen” dedi. Ben de ekledim “Bence senin de hikâyen, o yüzden pek bir gevrek güldün.”