Tam Oturmayan, Tam Örtüşmeyen, Bazı Yönleri Bile İsteye Flu Bırakılan Bir Süleyman Demirel Portresi
Baktım Demirel kitabı üzerine beş adet yazı. Adeta alkışlar korosuyla karşı karşıyayız. Hele biri 100-150 sayfasını okuyup müthiş bir methiye yazmış. Ben de oturup koroya katılayım dedim: “Çölde Bir Vaha” başlığı iyi gider diye düşündüm. “Opus Magnum’un Hası” fena bir başlık olmayabilirdi. “Bir Şaheser Daha” bir başka fiyakalı başlık olur gibi göründü. Ancak ben şaheser sıfatını sadece birinin yazdıkları için kullandığımdan vazgeçtim. Yazar bu kitabında bazı noktalarda teklemiş. Dolayısıyla konu milliyetçilik ya da solun makul bir kolu olsa belli bir düzeyi aşan kitaplar yazar. Tabii hobi ve fobi üstadı cevvalleştiriyor. Bunun üzerine kısmen eleştirel bir metin yazdım. Bu aralar dağ başındayım. Düze inip elimin altında materyal olduğunda konuyla alakalı bir başka metin yayımlayacağım. Tabii Türkiye Notları’nın şefi ne yapar bilemiyorum. Ya insafına gelir olduğu gibi ya da son iki paragrafını keser öyle yayımlar. Tabii onun, onların insafına mahkumuz. Öyle görünüyor ki sadece şimdilik değil, müebbeten mahkumuz.
Kitapta Cüneyt Arcayürek’in “ailenin gazetecisi” olduğu şeklinde nitelemede bulunuluyor. Ancak Arcayürek’in hangi ya da yaklaşık hangi tarihte “ailenin gazetecisi” olduğuna dair bir saptama yok. Verdiği takribi ve afaki tarih de yanlış. Çünkü onun metinleri bayağı erken tarihte başlıyor ve Demirel’in Türkiye’de zuhur etmesi üçüncü kitabın ortalarında söz konusu. Belki de birbirlerini daha bir sahiplenmeleri 12 Eylül’e Koşar Adım’da oluyor. Bu noktayla beraber bir başka hesaba katmadığı durum Cüneyt Arcayürek’in bu seri kitapları ne zaman yazdığı. Bu kitaplar tam da Tanıl Bora’nın Zincirbozan’dan 1987 referandumu arası dönemi açısından Süleyman Demirel’i “1965-1971 dönemi dahil liberal demokratik fikirleri en kararlılıkla ve radikal suretle değerlendirdiği dönem” (s.344) olarak niteliyor. Cüneyt Arcayürek de kitaplarının 9 cildini tam da o dönemde yazıyor. Tanıl Bora kitapların tam da o dönemde yazıldığı için Arcayürek ve Bora’nın Demirel değerlendirmeleri de tam tekmil çakışıyor.
Tanıl Bora kitapların başlıklarını eksikli bir şekilde yazıyor. Kitapların üst başlığı Cüneyt Arcayürek Açıklıyor. Kitaplarda sadece Demirel hakkında mütalaa beyan etme değil dönemi bütünsel anlamda tahlil etme düşüncesi var. Nitekim bir dönemi hiçbir biçimde yazmak istemiyor. 1973-1977 yılları arasını yazmamasının nedeni üzerinde Tanıl Bora hiç merak etmemiş. Demek ki konuşmadığı konular itibariyle “ailenin gazetecisi” değil Cüneyt Arcayürek. Bunun dayanaklarını bazı konulara hiç mi hiç görmek istememesinde de somutlaşıyor durum. Örneğin bazı meseleleri ancak Cüneyt Arcayürek’in söyledikleriyle anlamak mümkün (312-317). Bazı hususları da örneğin, Nurcular ve şeriatçı akımlarla yakınlığını başka metinlerden aktarıyor. Cüneyt Arcayürek’in bu noktada söylediği hiçbir şey yok (390-393). Böylesi bir sınırlama da neden o dört yıl gündeme girmiyorsa o nedenle oluşuyor. Aslında darbe döneminde Cüneyt Arcayürek’in darbe ile mücadelesi daha radikal bir düzlemde gelişiyor. O dönemde yayımladığı Ku-De-Ta Adada Son Darbe kitabı vardır. Cumhurbaşkanlığı döneminin başlangıcında danışmanlık yapmaya başlamıştır. Danışmanlık dönemine dair yazdıklarından sonra aralarında anlaşmazlık olmuş ve Süleyman Demirel mahrem konuları yazdığı için eleştiri getirmiştir. Cüneyt Arcayürek bu noktada her gün konuştuklarını ve Demirel’in Cüneyt Arcayürek’e not alıp almadığını sorduğunu ifade eder. Şöyle bir konu düşünüldüğü zaman anlaşılır ki Cüneyt Arcayürek’le ilişkileri sıkı bir şekilde sürmüş ve onun Cumhurbaşkanı olmasından hemen sonra değil Demirel’in hazzetmediği tarzda yazdıktan sonra bitmiştir. Sözü edilen 1987’ye kadar süre sonrasında belki de 1994 tarihi ve sonrasına dair yazdıkları süreci Cumhurbaşkanlığı süresinin bitmesine yakın sona erdirmiştir. Daha önceki tarihte Demirel’in SHP ile iktidar olma durumu Arcayürek’in duruma olumlu bakma eğiliminin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Sözü edilen dönemde de daha önce de olduğu gibi Kürt meselesi hakkındaki kritik yaklaşımlarını genellikle Cüneyt Arcayürek’ten kalkarak aktarmıştır. Bir anlamda Arcayürek başka anlatımlarıyla da Demirel’in çok yakınındadır. Ve gene Başbakan olduktan sonraki bir sözünden kalkarak fazlasıyla “devlet fikrinin adamı” kalıbına girdiğinin tipik örneği” olarak nitelemiştir. Sonraki dönemde de durum böyledir. Sonraki dönemde ise Arcayürek Demirel’e Bora’ya göre düşünsel anlamda daha yakın olsa da ondan önemli ölçüde farklı düşünmektedir. Devlet aklı nitelemesi tam tekmil olumsuz bir Demirel fotoğrafı çekmektedir. Sonraki kitaplarının yayımlanması Cumhurbaşkanlığı’nın son yılında başlamıştır.
Aslında belki de Türk siyasal hayatının neredeyse bütününe dair somut insan malzemesini muhtemelen en gerçekçi değerlendiren kalem Nimet Arzık’tır. Nimet Arzık’ın siyasetçi portrelerini Yön ve Devrim dergilerinde okumak mümkündür. Bu metinlerin Yön ve Devrim dergilerinde yer alması Doğan Avcıoğlu’nun yazılanlara son derece önem verdiğinin de göstergesidir. Portreler daha sonra Barış gazetesinde de yayımlanmıştır. Kaleme aldığı siyasetçi portreleri yazıldığı sıralarda önemsenmese de sonradan ne kadar gerçekçi mahiyet taşıdığı erbabınca anlaşılmıştır. Bunlar arasında belki de en gerçekçi olanların başında gelen onun Çetin Altan portresidir. Özellikle yazdığı otobiyografisi Tek At Tek Mızrak Türkiye’nin fotoğrafını vermek anlamında son derece öğreticidir.
Bu noktada meseleyi anlamak bakımında Milliyetçi Cepheyi oluşturma eylemi içindeki bir öğretim üyesinin yazdıkları önemlidir: Sözü edilen öğretim üyesi onu “son derece çarpıcı ve şaşırtıcı bir birdenbirelik, bu harikulade, tırmanmasız fırlayışla ortaya çıkışının yol açtığı “ağır hazımsızlık”la malul görüyordu. Bu da sağ cenahtan bir görgüsüzlük teşhisidir”(182). Aslında böylesi bir nitelemenin daha geniş bir teşhisini çok daha geniş bir kesime yönelik olarak Nimet Arzık yapmıştır. Nimet Arzık 1950 değişiminden ve 27 Mayıs darbesinden sonra gelişkin ve oturup kalkmasını bilen incelikli insanların gidip kasaba doktorlarının, kasaba avukatlarının arzı endam ederek siyasete girdiğini ifade etmektedir. Böylesi bir tahlil çok geniş bir kesimi tanımlamaktadır. Aslında onun yaklaşımları yaygın anlayışlarından belirgin bir biçimde farklıdır. Ve örneğin Demirel konusunda yaygın kanaati de bayağı erken bir tarihte dillendirmektedir. Şöyle bir tespiti kesinlikle önemlidir: “Nimet Arzık, Demirel’in aydınların (‘aydın geçinenlerin’) ‘en reddettikleri adam’ olduğunu yazmıştı 1969’da. ‘Menderes bile aydınlar tarafından onca reddedilmişti.” (180) Aslında genel anlamda Arcayürek’in ve Arzık’ın noktai nazarından çok daha sahici bir Süleyman Demirel fotoğrafı ortaya çıkar. Çünkü Süleyman Demirel hakkındaki ifade edilen kanaatleri yaygın kabul gören kanaatlerdir. Onun iki kelimeyi bir araya getiremediği ve artık kesinlikle bittiği yıllar yılı dillere pelesenk olmuştur. Gerçi bittiği hikayedir ama ilk döneminin hitabet açısından Mesut Yılmaz’ın ilk dönemlerini aratmadığı bir vakıadır. Tanel Demirel de Demirel’in 1965’lerde gayet akıcı, tabiri caizse şakır şakır konuştuğunu zanneder. Dönemin siyasetçilerinin, bahusus Demirel’in değerlendirilmesi sözü edilen iki gazeteci tarafından siyaset bilimcilere ve kitabın yazarı Tanıl Bora’ya göre kesinlikle daha bir sahici ve gerçekçidir. Ha keza Metin Toker’in tahlilleri de.
Tanıl Bora’nın Demirel üzerine kitabı olağanüstü güzel anlatımıyla akıp gidiyor. Bu akıp giden metinle de net bir Demirel fotoğrafı ortaya çıkmıyor. Ancak böylesi bir fotoğraf Türkiye üzerine, siyaset üzerine yapılan genellemelerle karşılaştırılmadığı için de ister istemez tekliyor. Ve genel anlamında kitap iki metne, Demirel’in metinlerine ve aynı ağırlıkta olmadan “aile gazetecisi” olarak nitelediği Cüneyt Arcayürek’in metinlerine yaslanıyor. Cüneyt Arcayürek’in metinlerine yaslansa da Cüneyt Arcayürek’in metinlerini tüketici bir şekilde kullanamıyor. Cüneyt Arcayürek’in metinleri siyaset bilimcilerin metinlerinden daha gelişkin bir mahiyet arzettiği gibi Tanıl Bora’nın metninden de daha anlamlı bir çerçevede meseleyi değerlendiriyor. Bu anlama gelmek üzere Cüneyt Arcayürek’in Bülent Ecevit’i siyasetçi olarak olumlu yorumlamasının getirdiği farklılığı da atlamış görünüyor. İkinci ve daha önemli olarak Cüneyt Arcayürek’in 1973-1977 yılları arasında MSP’nin etkin olduğu dönemin hikâyesini yazmamış olmasının kitaplarının içeriğine nasıl yansıdığını fark edemiyor. Bu hususun, bariz bir şekilde MSP konusundaki yaklaşım tarzı açısından eleştirel baktığının farkında değil. Cüneyt Arcayürek’in bazı aktarımlarını dolgu malzemesi olarak kullanıyor. Aslında Demirel’in konuşmalarını da aynı minval üzere kullanıyor. Kunhüne vakıf olamıyor. Kitabının üslubu hoş ama hadi içeriği hakkında kafiyeli bir sözcük kullanmadan problemli diyelim.
Demirel hakkında değerlendirmeler de hakikaten bazı kitaplardan kalkarak gerçekleştiriliyor gibi. Örneğin Demirel’in değerlendirilmesinde ilk dönem açısından Mithat Perin’in Durum dergisine ağırlık verilmiş. Bunun yanında gerçi Yeni İstanbul gazetesinden bahsedilmiş, ama neredeyse sadece adı anılmış. Birçok genellemeyi dönemin önemli gazetecilerinin metinlerinden kaynaklanarak kullanmak yerine dolaylı olarak aktarmaya yöneliyor. Dönemin Yeni İstanbul, Son Havadis, Adalet, Ortadoğu ve Tercüman gazetelerine dolaysız gönderme yapsa dönem fotoğrafı daha net bir şekilde ortaya çıkacak gibi görünüyor. Ama nedense Demirel’in ölümünden hemen sonra gündelik gazete kaynaklı Demirel tahlilleri aktarıyor. Özellikle Son Havadis gazetesinin iki yazarı Tekin Erer ve Orhan Seyfi Orhon o tarih kesitinde AP milletvekili. Ayrıca Mümtaz Faik Fenik ve Adviye Fenik’in yazdıklarından da AP ve Demirel’i daha iyi tanımanın altyapısını oluşturmak mümkün.
Benzeri bir durumu Dünya gazetesi ve yazarları Falih Rıfkı ve Bedii Faik çerçevesinde de düşünmek gerek. Bu meyanda örneğin Son Havadis gazetesinin yazarı Tekin Erer’in fazla sayıdaki kitabını es geçip kullanmadığı göze çarpıyor. Bir de Bedii Faik ve Tekin Erer’in günlük yazıları dışında sadece tek bir kitabını belki de konuyla en ilgisiz kitabını kaynak olarak kullanmakta. Coşkun Kırca’nın Demirel savunusu belki de en gelişkin düzeydedir fakat o da kullanılmamıştır. Tüm bu fotoğraf çıkarma ekseninde metinlerden işlevsel anlamda yararlanma çerçevesinde böylesi dayanakları ıskalaması gibi Cüneyt Arcayürek’in metinlerinden de anlamlı bir şekilde faydalanılmamaktadır. Kitapta temel olarak dönemin makro yorumlarından yararlanılmamakta, örneğin Zürcher ve Feroz Ahmad’ın yaklaşımları neredeyse hiç gündeme getirilmemekte, onlara yönelik atıftar da ikincil konularda olup son derece azdır. Bu husus önemli bir eksiklik olarak kendisini hissettirmektedir. Dönemin anlaşılmasını sağlayacak somut verilere yaslanmadığı gibi genel yorumlardan da aynı şekilde uzaklaşmakta ve Demirel bir anlamda ağırlıklı bir biçimde kendi sözleriyle değerlendirilmektedir. Hatta bu meyanda kitaptaki, Demirel kitabındaki yorumlara göre Cüneyt Arcayürek’in anılan kitaplarındaki yorumları ile Nimet Arzık’ın yorumları çok daha gelişkin görünmektedir. Hele Nimet Arzık’ın diğer kitaplarındaki portreler çok daha gelişkin bir Demirel portresine başka şahsiyetlerin portreleriyle karşılaştırma imkanı vererek yol açabilir.
Tanıl Bora’nın yazdığı metnin Türkiye’nin değişik dönemlerindeki düşünsel çerçeveden neredeyse bütünüyle soyutlandığı şeklinde bir değerlendirme yapılabilir. Türkiye’de bir dönemde yaygın olarak kullanılan değişik sınıfsal tahlilleri atlayarak meseleyi anlamaya çalışıyor. Toprak ağalığı ile ticaret sermayesi ekseninde 1940’lı yıllar sonrasını anlama denemesiyle sanayi sermayesinin savunusu, sanayi sermayesinin önünü açmak suretiyle 12 Mart’ı değerlendirme denemesi neredeyse sadece Ali Gevgilili’ye atıfla gündeme getiriliyor. (189-190) Böylesi bir değerlendirmenin yanlışlığını Behice Boran’ın AP’nin içinde toprak ağalığının ve emlak burjuvazisinin hala güçlü olduğu düşüncesiyle, onun bu anlamdaki tahlilinin gerçekçiliğiyle eleştiriyor. Ancak ilginç olan nokta Ali Gevgilili’nin tahliline benzer bir tarzda Murat Belge’nin 27 Mayıs dönemini Ahmet Hamdi Başar’ın Yaşadığımız Devrin İçyüzü kitabından kalkarak değerlendirmesinin gözünden kaçmasıdır. Daha sonra da 12 Mart dönemini gene Ali Gevgilili’ye gönderme yaparak nitelediği 12 Mart’ın daralışını Bonapartizm kavramı ile vasıflandırır. (218) Görüldüğü gibi dönemin tahlilinde Ali Gevgilili’nin en önemli genel metni yazan kişi olarak, entelektüel olarak nitelenmesi kitabın olumlu taraflarından biridir. Dönem açısından Zurcher ve Ahmad metinlerinden son derece sınırlı, o da ayrıntılara yönelik olarak yararlanılmıştır. Bu da Bora’nın bütünsel bakamayışının işaretlerinden sadece biridir.
Bir de Demirel hakkında tahlil yapmaktan kaçınması ilginç bir durum. Ondaki değişimleri köşeli bir şekilde ele almıyor gibi gözüküyor. Her ne kadar Cephe, Milliyetçi Cephe içindeki durumu ile 28 Şubat ve sonrasındaki durumunun, farklılığına vurgu yapıyorsa da. Ancak iki dönemde de Demirel bir tarz değişik ortaklıklar içinde. Buna rağmen baştan sona kısmen istikrarlı bir Demirel portresi de olduğu şeklinde bir izlenim ediniliyor. Demirel’in değerlendirme şeklinin tam tekmil oturmamasının nedenlerinden biri de yazarın dönemin sol hareketleri konusunda yorum yapmaktan kaçınması. 1980 sonrasının sol yorumu ekseninde sosyalist harekete bakmadığı, bundan bir nebze uzak durduğu gibi, 2013 yılından sonraki sağ konusundaki yorumu da Demirel değerlendirmesinde muğlak bir hal almasına sebep oluyor. Yorumlar hakikaten “uysal” ve “titrek” sayılabilecek bir mahiyet arz ediyor.
Birkaç noktada odaklanmak anlamlı olabilir. Yazar, düşünsel olarak durduğu yer ve o yerin parametreleri dolayısıyla bazı konuların tahliline girmiyor ya da/ve de örtük olarak giriyor görünüyor. Bunları üç temel noktada sergilemek anlamlı olabilir. Bunlardan biri net olarak islami siyasi parti ve onun 1970’li yıllar boyu gelişimi ve işlevini yorumlamamakta ısrarcı olması. Belki de bu nedenle örneğin Milliyetçi Cepheler döneminde Demirel’in MSP’ye yönelik tutumunu anlatırken Bora’nın özellikle 12 Mart ve hemen sonrasında Demirel’in yaklaşım tarzının üzerinde durmadığını değil geçiştirdiğini söylemek gerekecektir. Özellikle de MSP-CHP hükümeti kurulması meselesini hepten geçiştirmektedir. Burada örneğin koalisyonu amaçlar ve savunurken Ecevit’in ve geniş bir çevrenin kullandığı “tarihi yanılgı” kavramını kullanmasına yönelik bir yorum yapmamaktadır. Yapmamasının ötesinde genel anlamda solun, sosyalist solun ne tarz bir tutum takındığını da bile isteye atlamaktadır. Bunun nedeni de liberal solun 1980’li yıllar sonrasında islami çevreler konusunda Ecevit’in tavrına benzer bir eğilim içine girdiğini bariz bir şekilde söylememek içindir. Doğan Avcıoğlu kendi çevresinin de içinde olduğu geniş bir cepheyi, ki bunlar arasında sosyalist solcular da dahil olmak üzere çok geniş bir kesimi boş yere “Umut otobüsünün yolcuları” olarak tanımlamamıştır.
Tanıl Bora’nın hiçbir şekilde unutmayacağı husus da artık Türkiye’de sosyal demokrasinin bir iki dönem yaşanacağının Birikim dergisinde1970’li yılların sonlarında ısrarla söylendiğidir. “Devlet Fikrnin Adamı” başlığı altında meseleye baktığı bölüm Süleyman Demirel’in en olumsuz bir figür olarak gündeme getirildiği dönemdir. Dönem aynı zamanda Madımak katliamının, Susurluk Olayı’nın patlak verdiği ve Kürt meselesinin en yoğun olarak gündemde olduğu dönemdir. Zaten devlet aklı nitelemesi hem devlet kavramının fetişleştirildiği hem de milliyetçi Demirel imajının kitapta ete kemiğe büründüğü dönemdir. Fakat ilginç olan husus metinde neredeyse tek bir Kürt milliyetçiliği kavramının geçmemesidir. Ayrıca bu konuda değişik sol grupların ya da/ve de genel anlamda solun ne düşündüğünü hiçbir şekilde gündeme getirmemesidir. Bu durum başka konular için olduğu gibi bu konu için de böyledir. Aslında burada da temel kaynak Demirel’in sözleri ve Cüneyt Arcayürek’in yazdıklarıdır. Demirel’in özel konuşmaları, belki de aktarılanlar kısmen Demirel’in aklından geçenler olarak da anlaşılabilir. Aslında aklından geçenleri Demirel’in eyleme geçecek düşünceleri olarak anlamak tuhaftır. Dolayısıyla çerçevenin dönemi tam tekmil yansıttığı şeklinde bir sanı oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Bir başka konu da Atatürkçülük meselesidir. Demirel’in Atatürkçülüğünün de pragmatik bir durum olduğunu, bu tutumunun bariz bir biçimde dinsel eğilimlerle iç içe geçirildiğini, daha doğru ifadeyle dengelendiğini ifade etmektedir. Bu noktada örtük olarak iki çerçevede de eleştiri getirmektedir. Ancak solun, sosyalistlerin bu noktada ne düşündüklerini belirtmemekte, örneğin İmran Öktem’in cenaze namazının kılınmaması sırasında “Atatürk Geliyor” şeklindeki tepkinin genel durumun işareti olarak yorumlanabileceğine hiç mi hiç gönderme yapmamaktadır. Bu meyanda da Ecevit’in sözü edilen dönemde sosyalist solun yaklaşımından öte Kemalizme yönelik tepkisinin/eleştirisinin üstünü bariz bir biçimde örtmektedir. Bu meyanda Ecevit’in Atatürk ve Devrimcilik kitabına belki farkına vararak, belki de varmayarak bir başka kitap üzerinden gönderme yapmaktadır. Alıntı Ecevit’in Castro’nun, Ho Şi Minh’in, Mao’nun önünde kilitli kapılar varken Türkiye’de tokmağı çevirerek kapının açılabileceği şeklindeki cümlesidir (286). Bu noktada solun ve liberallerin Ecevit’ten farklı bir noktada durdukları gerçeğine hiçbir biçimde gönderme yapılmamaktadır. Sağ liberallerin söylemese de meseleye sosyalistlere göre daha mesafeli yaklaştığı da bir gerçektir. Bir de Yunanlıları yendiğimize göre onun arkasındaki yedidüveli yenmek mümkün değildi sözleri (454) de meseleye Türk-Yunan savaşı olarak bakmaya yakın bir yorum olarak ortada. Aynı zamanda Demirel’in “Kemalizmin de artık devrini doldurduğu ima” sında (346) bulunduğunu ifade ediyor. Ayrıca çok net bir şekilde Atatürk’ün şoven milliyetçi olduğunun kesin olduğu (460) sözünü Arcayürek’e atfen anlatıyor. Bir de “Türk nasyonalizmi o kadar güçlü ki” (453) şeklinde bir cümle kuruyor. Birbiriyle tam çakışmayan, farklı Demirellerin Kemalizm anlayışını aktarıyor.
Böylesi bir genelleme özellikle milliyetçilik uzmanının kendi has konusunda da kamufle yaptığını gösterecek mahiyettedir: Örneğin Demirel’in değişik dönemlerdeki milliyetçiliği konusunda mahiyet farkı görse de özünde her dönemde etno milliyetçi olduğunu gösteren örneklerin olduğu konusunda ısrarlıdır. Konuyu anlatmaya çalışırken Ecevit’in 1990’lı yıllardaki milliyetçileşmesinden dem vurmakta, sadece bununla kalmamakta örneğin Attilâ İlhan’a dönük bir nitelemede bulunmaktadır. Bağlantısız bir yerde de Attilâ İlhan’dan bahsederken “2000’li yıllarda ulusalcı tavrı pekişecek olan şaire göre” (266) diyor. Bir de “sosyalistlik iddiasından da vazgeçmeden, ulusalcı akım içinde yüzmekte” (523) olan Yalçın Küçük’ten özellikle söz etmektedir. Bu durum sonradan tutumu değişse de Küçük’ün Bora’nın da içinde bulunduğu gruptan önce Kemalizm eleştirisine yönelmesi ve Kürt sorununa sempatik bakması dolayısıyladır. Bir de Yalçın Küçük o gruptan önce kapsamlı sayılabilecek bir Kemal Tahir eleştirisi yapmıştır. Bunları ve başka örneklerin altını çizerken 1960’lı yılların sosyalist aydınlarının, sonraki bir yana o yıllardaki durumları açısından milliyetçilikle ilişkilerinden hiç mi hiç söz etmiyor. İhtisas alanı milliyetçilik olan birinin bu konuları atlaması pek düşünülebilecek bir durum değil. Ama belli ki konuyu özellikle devre dışı bırakıyor.
Bir de konuyla bağlantılı olan bir husus da Amerika karşısındaki tutumda somutlaşıyor. Demirel’in Amerika ile ilişkisini gayet nötr bir şekilde, belki kendinin de kabul edebileceği “uysal” ve “titrek” bir edayla hikaye ediyor. Onun inişli çıkışlı ilişkiler silsilesini değer yargısı hiç yüklemeden anlatıyor. İnsan bugünkü liberal mantıkla baksa Demirel’in uluslararası ilişkiler noktasındaki ilişkiler ağına temelde müspet ancak zaman zaman ortaya çıkan “milliyetçi tepkilerine” belirgin bir şekilde eleştirel bakar gibi görünüyor. İşte Tanıl Bora’nın bu dört alanda da iki arada bir derede kalması bugünkü ölçütleriyle düne bakarken yeterince şeffaf olamamasını ve geçmişin belli kesimlerini koruyup kollama cehdini ön plana çıkarıyor.
Bazı konuları ve ayrıntıları ise bile isteye pas geçiyor gibi.
Kitapta dönem açısından en ilginç bir olay atlanıyor: TÖS’ün 1969 Temmuz’unda Kayseri’de Alemdar Sineması’nda gerçekleştirdiği Genel Kongresi’nin basılma teşebbüsü. Eylem son noktasına kadar götürülebilse belki de 2 Temmuz 1993 yılındaki Madımak katliamına benzer bir durum çok önceden zuhur edecek. Dolayısıyla Demirel’in muhtemelen böylesi bir olay karşısındaki tutumu bile isteye atlanmış oluyor. Ha keza TÖS’ün Aralık 1969’da gerçekleştirdiği dört günlük öğretmen boykotu konusunda Demirel’in tavrı da, değerlendirme şekli de gündeme girmiyor. Dönemin bir başka ilginç provakatif olayı da bir yıl önce Malatya’da cereyan ediyor. Alevi eksenli provakatif olay Kemal Abbas Altunkaş’a yönelik bir tertiple gündeme gelir. Kemal Abbas’ın trajik hikâyesi kadar dönemin Türkiye Birlik Partisi’nin gelişim serüveni de yeterince hikâye edilmiyor. Ayrıca eski Malatya milletvekili Hamit Fendoğlu’na, belediye başkanıyken gerçekleştirilen bombalı paket gelişimi de kitapta yer almıyor. Bu iki hususa ilişkin olayların gelişimi Evrim Alataş’ın Her Dağın Gölgesi Denize Düşer kitabında vardır. Bir de Cevdet Sunay’ın Cumhurbaşkanlığına seçilişinin neredeyse tam bir consensus çerçevesinde olduğunu da atlamış görünüyor. Belki de TİP’in ne bileyim Cevdet Sunay’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığı için oy kullandığını yazmak istemiyor. Bu noktada Çetin Altan’ın o dönemde “Elbette Sunay” başlıklı köşe yazısına da gönderme yapmıyor. Tıpkı bunun gibi Çetin Altan’ın Nâzım hakkında Büyük Vatan Şairi dediğini yazıyor da Büyük Türk Şairi dediğini belirtmiyor. Nitekim olayların birbiriyle bağlantısı noktasında linç girişiminde bulunanlar arasında Hamit Fendoğlu’nun da ismi geçmiyor. Belki de geçerken değinilecek bir husus Çetin Altan’ın zaman içinde değişen yaklaşımı. İşin trajik tarafı darbe nedeniyle görme kaybı yaşayan Çetin Altan’ın Nâzım Hikmet Sovyetler Birliği’ne kaçtığında “cibilliyetsiz, vatan haini” gibi sıfatlar kullanması şair hakkında.
Necip Fazıl’ın tutumunun esnekliği gündemde. Necip Fazıl’ın 1977 seçiminde Türkeş’le beraber seçim gezilerine çıktığından bahsedilmese de 1977 seçimlerinde AP ve MHP’yi desteklediği söyleniyor. O dönemde Necip Fazıl kitleye hitap ederek AP’yi desteklemelerini ve MHP’nin de Meclis’te bir yer, köşebaşı tutmasının sağlanmasını istiyor. Belki de daha önemlisi o dönemde Necip Fazıl’ın Rapor I diye başlayıp kaç sayı süreceği bilinmeyen broşürler çıkarması. Bu noktada önemli olan husus Necip Fazıl’ın Milli Nizam Partisi’nin kuruluş toplantısına katılması ve orada bir konuşma yapması. Belki de ilişkiler ağının gelişkinliğini vurgulamak bakımından tam da o sıralarda MHP’nin resmi yayın organı Hergün’de Necip Fazıl’ın AP MHP birlikteliğini savunmasının yanında MTTB gençliği ile Ülkü Ocaklı gençleri birleşik harekete sevketmeyi, birinde iman gücüne diğerinde pazu gücüne vurgu yaparak amaçlaması.
Tanıl Bora’nın atladığı iki olay daha bulunmaktadır. Bunlardan biri Cemal Tural’ın İlhami Soysal’ı öldürtmek kastıyla dövdürtmesidir. Demirel’in bu olaya tepkisini göstermediği gibi Cüneyt Arcayürek’in bu konuda nasıl bir yorum yaptığına da hiç girmemektedir. Cüneyt Arcayürek’in anılan seri kitapları içinde olayı Arcayürek İlhami Soysal’ın yazmasını istemiş o da yazmıştır. Bir de askeriyeye dair en sert eleştirinin İlhami Soysal’ın yazılarında somutlaştığını bilmek lazımdır. Dönemin anlatımı bakımından Cüneyt Arcayürek’in yazdıklarının işlevi olağanüstü kritikken Tanıl Bora’nın yazdıklarının işlevi yapaylıklarla malul gibidir. Ayrıca kitapta Demirel’in Ergenekon yargılamalarına yönelik tutumu teğet geçilmekte, kendisinin, Bora’nın o dönemdeki fikriyatı da gölgelenmekte ve bu meyanda Demirel’in Mehmet Haberal’a sahip çıkması atlanmaktadır.
Velhasıl-ı kelam değişik yönleriyle ortaya çıkarılmaya çalışılan Süleyman Demirel portresi belirgin bir biçimde eksiklidir. Belli çevreleri ve belli çevrelerin zaman içinde değişen tutumlarını koruyup kollayan bir tavırla Türkiye’nin en oynak alanı olan siyaset üzerine metin yazmak problemlidir. “Ailemizin gezetecisi”ne yaslanarak bir kitap kotarmak “ailemizin gazetecisinin” yazdıklarının tahlil edilmesini ıskalayarak gerçekleşmez gibi görünüyor. Ona gönderme yapmadan, onun yazdıklarının tahlili gerçekleşmeden Demirel yorumuna yönelmek olağanüstü ilginç. “Ailenin gazetecisi” nitelemesi ister istemez Tanıl Bora’nın da kimin gazetecisi olduğu sorusunu ortaya çıkarıyor. Böylesi bir soru daha anlamlı görünüyor. Ama kimselerin böylesi bir soruyu dillendireceğini sanmıyorum. Cüneyt Arcayürek’in dönemin yorumu konusunda Demirel’le ayrıştığı, çatıştığı önemli noktalar varken Bora’nın içinde bulunduğu camiayla uzlaşmazlık noktaları olması söz konusu değil.
200-300 sayfada anlatılabilecek meseleleri pehlivan tefrikası gibi sündürüp 600-700 sayfada toparlamaya çalışmak da Tanıl Bora’nın kitaplarının alameti farikasıdır. Belki de problemin bir kısmı tuğla gibi kitaplardan kaynaklanmaktadır.