Türkiye Notları

Fikir Tarih Kültür

H. Hüseyin Bahadır TN AKTÜEL Türk Düşüncesi

Yazgıç ile Yazan

Kamil Yazgıç ismi bugün çoğumuza hiçbir şey hatırlatmaz. Kamil Bey, “Kırk beygir kuvvetinde bir yazı makinesi” olan Ahmet Mithat Efendi’nin oğludur. Babası ile ilgili hatıralarının bir kısmını, Münir Süleyman Çapanoğlu’nun yayınladığı “İdeal Gazeteci Efendi Babamız Ahmet Mithat” isimli kitapta yazmıştı. Hatıralar da Kamil Bey’in anlatımı da kitap da güzeldi. Lakin burada esas itibariyle üzerinde durmak istediğimiz şey başkadır. Kamil Bey ilginç bir soyadı almıştı: Yazgıç. Bunun babasından miras kalan yazarlık kültürü ile elbette alakası vardı. Devrin yeni kelime türetme modasını uygun Yazgıç yerine ne bileyim Yazman olamaz mıydı?

Yazman, insanın aklına kâtip, raportör gibi bir şeyi getiriyor. Raportörlük ise kalebentliği çağrıştırıyor. Kalebentlikte istemediğin hâlde nasıl kaleyi bekliyorsan yazmanlıkta veya raportölükte de istemediğin hâlde yazıyorsun. Oysa Yazgıç, yargıç soyundan bir kelime olsa gerek. Nasıl yargıç, yargılama işini yapan adamsa; Yazgıç da yazı işini yapan adamdır. Fakat aynı şey sizin de aklınıza geliyor mu bilmiyorum. Yargıç kelimesinin bu üst perdeden hâli Yazgıç’a da sinmiş gibidir. Yani Yazgıç, Yazman gibi yazının emrindeki adam değildir. Yazgıç, yazıyı kullanan ona hükmedebilen bir adamdır. Bugün Kamil Bey’i de Yazgıç kelimesini de hatırlamadığımıza göre ne kafa şişiriyorsun kardeşim demeyin rica ederim.

Kamil Bey’in soyadı tercihi yazı ile kurduğumuz ilişkiyi göstermesi bakımından önemlidir. Memleketimizin eli kalem tutup okuyup yazanı için yazmak, bir nevi cevap vermek kabîlinden bir eylemdir. Münevver, bizim cevabını bulamadığımız bir takım mühim soruları cevaplamış adamdır. Bir alicenaplık göstererek bunları yazıya döker. Bizlere kalan, zahmet edip okuyuvermektir. Muhtemelen bizden yüz yıl evvel masa başına oturanlar, söz gelimi hepimizin hocası Ahmet Mithat Efendi gibiler yazı denilen şeyin sihrine inanıyorlardı. Onlar yazarak yeni bir dünya inşa edebilmenin peşine düşmüşlerdi. Sonraki kuşaktan münevver torunlarına da bu mirası bıraktılar. O yüzden Ahmet Mithat Efendi, bir kitabın başına yazdığı yazıda her şeyi bilmenin Osmanlılığımız için elzem olduğunu söylüyordu.

Geçip giden zaman her şeyi bilebilmenin -“nakıs” bile olsa- mümkün olmadığını gösterdi. Modernleşme maceramızın içerisinde yine yazıya olan inanç devam etti. Muhtemelen yetmişli yılların yazarı, çizeri, gazetecisi -hülasa münevveri diyelim- dünyayı yazı ile değiştirmek için var gücüyle gayret etti. Seksenlerde bunun yazıyla mümkün olamayacağını daha sık düşünüyor olmalıyız ki ısrarımız azaldı. Özel televizyondu, internetti, blogdu falan filan derken artık her mahallede, mahalleyi de geçtim her evde bir yazar var. Hepimiz yazar, pek tabi bu vesileyle de münevver olduğumuz için kimsenin kimseyi “aydınlatmasına” gerek kalmadı. Yani kısacası “ben yazarım sen bana gel” dediğin herkes, “ben de yazarım sen bana gel” diyor artık. Bütün bu yazar bolluğu içerisinde artık okurlar mumla aranıyor. Gelecek yüzyılın kaderini su savaşları belirleyecek falan gibi bilgelik yaparsak şöyle diyebiliriz: Gelecek yüzyılın kaderini okur belirleyecek. Kalem simge olarak önemini kaybedip gözlük onun yerine geçecek.

Sanırım düşünce serüveninde atlanmaması gereken husus Yazgıç yerine Yazan olabilmektir. Yazan, Yazgıç’a göre bir parça daha mütevazıdır. Ayrıca yazan, yazma eyleminin bir hükme değil bir serüvene dönük olduğunu da akla getirir. Yani yazan, cevaplarından çok soruları olan, senin benim gibi bir adamdır. Yazmaktan muradı soruları daha fazla çoğaltmak, zihni canlı tutmaktır. Kurmalı bir saatin zembereğini çevirmek gibidir kalemi eline almak. Zihin denilen saat ancak zemberek çevrilince işler. İşler işlemesine ama her saat gibi o da şaşırabilir. Düşünce hayatımız en başından beri kendisine pilli saat görünümü vermeye çalışmıştır. Hâlbuki mekanik saatin estetiğinin ve gerçekçiliğin yanından hangi pilli saat geçebilir?